Ömer Can Erdoğan

Tarih: 24.09.2025 11:25

Nurettin Özcan

Facebook Twitter Linked-in

Sözlerime nereden başlayacağımı bilemiyorum. Kendisinin aziz ruhunu ve başta ailesi olmak üzere sevenlerini istemeden incitmemek için, kelimelerimi seçerek yazmaya çalışacağım.

Nurettin Özcan ile tanışmamızın üzerinden henüz 2 yıl bile geçmiş değil. Gündelik hayatta pek de karşılaşma ihtimalimizin olmadığı bu fevkalâde insan ile tanışmamıza vesile, 2 yıl önce Hisarcık Vadisi'ndeki deneyimlerinden yola çıkarak hazırladığı tırmanış rotalarını kitaplaştırması oldu.

Şehrimizde çıkan yapıtları uzaktan gözlemleyen doğma büyüme bir Kayseri sakini olarak, bir hemşehrimin böyle bir eser çıkarması dikkatimi çekmişti. Nitekim, kısa bir tarama ile bloguna ve hakkında yazılanlara da erişerek izlenim sahibi oldum.

Bunun üzerine kendisiyle uzun yılları aşan tırmanış serüveni hakkında bir röportaj yapmaya karar verdim. Takvim, Ocak 2024'tü. Amacım, hem o dönemler bir gazetecilik öğrencisi olarak bizden istenilen özel haber ödevimi bu konuda hazırlayarak teslim etmek hem de yine o dönem yarı zamanlı olarak çalıştığım ve okumakta olduğunuz Kayseri Gürhaber Gazetesi’nin o haftaki sayısı için güzel bir haber çıkarmış olmaktı. Şerh düşmem gerekir ki, alanında çeyrek asrı aşan deneyime sahip bu adama hiçbir habercinin bu gözle bakmadığını fark ettim.

Kendisine sosyal medya üzerinden ulaştım ve randevulaştık. Yeni yılın ilk günlerinde beni evine buyur ederek, ailesinden feragat ettiği yaklaşık 1,5 saatini bana kendini anlatmak için sarf etmiş oldu.

Nurettin Özcan'ın doğal, samimi ve rahat bir şekilde anlattığı hayatı ve tırmanış serüveninin beni ne kadar büyülediğini tarif edemem. Nurettin abinin bu anlatısı, düz bir röportaj olmaktan öte, abartısız söylüyorum ki bir belgesel oluşturulacak hüviyete ulaşmıştı.

Ancak, yaptığımız söyleşinin bir saate yaklaşması ve benim uzun vadede bununla başa çıkamayıp yayına hazırlayamamam, aramızda iletişim kopukluğu oluşmasına ve benim de röportaj kayıtlarını bir kenara koymama neden oldu. Ortaya çıkan mahcubiyetim nedeniyle, sonrasında kendisiyle iletişimde bulunmadım.

Tanışıklığımız az olduğu için bir yorum yapmam kati surette doğru olmaz. Ama şu kadarı belirgin ki Nurettin Özcan, yaşantısı ve düşünce yapısıyla Kayseri'deki gelmiş geçmiş en orijinal kişilerden biriydi.

Kendisi hakkında daha fazla bir şey yazmayı, çevresine hadsizlik olarak göreceğimden, sözlerimi burada noktalıyorum. Bu nedenle, 'Nurettin Özcan'ı yine en iyi Nurettin Özcan anlatabilir' diyerek, hayatının daha iyi anlaşılması için, yaptığımız söyleşiyi raftan indirip paylaşıyorum.

Aşağıda ise görüşmemizin ham kaydını, izlemek isteyenler için bıraktım. Okumak isteyenler için ise söyleşimizin kısa bir özetini çıkardım. Tekerrür etmesi güç olan eşsiz tecrübeleri haiz bu söyleşiyi, dağcılık ve tırmanışa ilgi duyanlar ile Kayseri'nin yetkilileri, basını ve okuryazar kesiminin dikkatine sunuyorum.

Tüm sevenlerine başsağlığı dilerim. Hakkını helâl et, Nurettin abi...

***

- Dağcılığa nasıl başladınız?

“Sokaktaki insanlar bana sorduğunda pek 'ben dağcıyım' demedim. Çünkü dağcı olmak daha farklı bir şey. Onun yerine 'tırmanıcıyım' dedim. Tırmanıcı olmak da kendi içinde çok alanları var. Geleneksel tırmanış, spor tırmanışı, yapay tırmanış, bouldering (kısa kaya tırmanışı), buz tırmanışı gibi. Dağcılık da yine kendi içinde ayrılıyor: Yüksek irtifa dağcılığı, alpinizm vb. Bunların her birinden biraz yaptım. Hangisini daha az yaptığımı sorarsan yüksek irtifa dağcılığı oldu benim için. Çünkü yüksek irtifa dağcılığı çok pahalı olmasının yanı sıra hayatından çok alıyor. Bir yüksek irtifa ekspedisyonuna (yolculuğuna) gitmek demek, ekspedisyon hazırlıkları yapmanın yanı sıra en az 1 ay gitmene gerektiriyor. Ben her zaman çalışan, hayatını kazanan bir insan oldum. Bu anlamda da kendi adıma teknik tırmanış diyebileceğimiz, çok fazla ayaklarının üzerinde yürüdüğün değil de ellerini de kullandığın tırmanışları daha çok yaptım. Kaya tırmanışı içinde eksik tarafım olarak gördüğüm bir şey var: Her şeyi yapan bir kaya tırmanıcısı hiçbir zaman olmadım. Geleneksel kaya tırmanıcılığını çok severek yaptım, ancak spor tırmanışı dediğimiz tarza, çok saygı duymakla beraber, kendimi yakın olarak görmedim. Tırmanışa başladığımız dönemde bizim için bolt (tırmanışta kullanılan bir tür kol demiri) vb. yoktu zaten. Kendi emniyetimizi almak, kendi postumuzu korumak bizim elimizdeydi ve sonra ben buna aşık oldum, çok sevdim. Düşünerek yapman gerekiyor, bir yerden sonra otomatikleşiyor. 

Uğraşım değişik zamanlarda değişik formasyonlar aldı, işlerin nevi anlamında. Ama tabii dağlara gitmeyi hiç bırakmamaya gayret ettim, bırakmadım da. Bugünlerde eskiden daha aşina olduğum tırmanışı oransal olarak daha az yapıyorum. Ama yine sürekli dağlardayım. Yürüyorum, koşuyorum, kayak yapıyorum; motosiklete binip ipimi koparıp dağa gidiyorum. Yarı zamanlı olarak 3 yıldır yurtdışında yaşıyorum“

 

- Tırmanışa nasıl başladınız? Kendiniz gibi tırmanışlar yapan abinizin bir etkisi oldu mu?

“Abim pek ön ayak olmuş sayılmaz, abim benim kadar aktif değildir. Abimle aramızda 10 yaş fark var. Ben küçükken abim bir grup arkadaşıyla, belki beden terbiyesinden bir grupla Erciyes'e tırmanmıştı. Onun tırmanışı beni çok etkilemişti. İstanbul'da bir ev nasıl Boğaz'ı gördüğünde değerliyse Kayseri'de de Erciyes'i gördüğü zaman değerlidir. Biz onu görmeye alışıyoruz ama Erciyes çok yakışıklı, çok anaç, Kayseri'nin üzerine oturmuş bir kütle. Ben de ona bakarak büyüdüm. Bunun bende dağcılıkla ilgilenmem noktasında çok büyük etkisi oldu. Babamla çevredeki dağlara giderdik; Yılanlı Dağ'a, Ali Dağı'na tırmanmıştık. Aynı zamanda 10 küsur yaşlarındayken solo tırmanış yaptığım, zirvesine ulaşıp döndüğüm ilk dağ Yılanlı Dağ'dır. Bunlar çok kıymetli olmakla birlikte bu tecrübeleri nedense 'dağcılık' olarak göremedim. Dağcılık dediğin zaman bu işin teknik detaylarına hakim olup yapmak gibi geliyor. Bu tırmanış tekniği olabilir, yürüyüş tekniği olabilir, beslenme tekniği olabilir. Bu lafım yanlış anlaşılmasın ama dağlarda çok gezen çobanlar, dağlara bizden daha çok sahiptir diye görürüm. Ama onların yaptığı şey dağcılık değildir.

1994 yılında Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi'ni kazandığımda ilk defa üniversitenin dağcılık kolu KTÜDAKS'ta bu uğraşa başladım. Ben bunu bir anlamda milat olarak görürüm. Ama aslında dağlarda geçirdiğim mesai kabaca 30 yılı geçer, 40 yıla dayanır. 3 ay sonra okulu bıraktım. Çünkü o yıllarda futbol oynuyordum, bileğim döndü, bacağımdaki lif koptu, çalışamadım, 2 ay yatakta yattım. Gireceğim sınav klasmanını değiştirdim ve mezun olduğum okul olan Eskişehir Anadolu Üniversitesi'ni aynı yıl kazandım. Sivil Havacılık Yüksekokulu Sivil Hava Ulaştırma İşletmeciliği Bölümü'ne girdim. Burada okuduğum 1995-2000 yılları arası dağcılıkta çok aktif olduğum, geliştiğim bir dönemdi. 2000'den sonra yavaş yavaş iş hayatı, İstanbul'a gidiş, Kayseri'ye dönüş derken dağcılıktan kopmadım ve buralara kadar geldim

 

- İş hayatınıza başladıktan sonra dağcılık kariyeriniz nasıl şekillendi?

“İstanbul'dayken önce Anadolu Yakası'nda Sabiha Gökçen Havalimanı'nın kuruluşunda çalıştım. Okul müdürüm bir gün odasına çağırdı. 'Nurettin, mezun oluyorsun, ne yapacaksın?' dedi. 'Nerede para kazanırsam orada iş yapacağım' dedim. 'Ben Sabiha Gökçen Havalimanı'na müdür yardımcısı olarak gidiyorum. Bizim gibi insanlar ekibiyle gider. Ben seni götürmek istiyorum. Ne dersin?' dedi. 'Tabii hocam' dedim. Ben 1998'te İran'daki Demavend Dağı'na tırmanmaya gitmiştim. O zaman sponsor bulmuştum, okul beni desteklemişti, Korhan Hocamı göndermesi için sıkıştırırdım. Onun da iş hayatına dair önem verdiği şeylerden biri girişkenlik, aktiflikti. Sabiha Gökçen'de çalışmaya başladım, ama burası daha emekleme aşamasındaydı; her şey pırıl pırıl, mükemmeldi ama tek tük uçak geliyordu. 'Bu iş böyle olmayacak' diyerek hemen askere gittim, kısa dönem askerliğimi tamamladım. Sonra Kayseri'ye döndüm. İstanbul beni yine çağırdı. Arkadaşlarım hep sektördeydi. Onların çalıştığı bir hava kargo şirketinden beni loadmaster (yükleme uzmanı) olarak istediler. Bu işi de 1 yıl kadar yaptım. Bunları niye anlatıyorum? Oradayken işten dolayı vaktim vardı. Bu işte çalışırken haftada sadece 3 gün uçuşum vardı, onun dışında boştum. Ama tabii bir yere basıp gidemiyorsunuz. İstanbul yakınlarında bu çevredeki tırmanıcıların çok sevdiği Ballıkayalar Tabiat Parkı vardır. Buraya 2 kez ancak gidebilmişimdir. Derken o arada babamı kaybettim, onu defnedip geri döndüm. Bu işi yaptığım süreyi yeterli görerek ayrıldım. Normal hayat merdiveninde ileride çok iyi bir loadmaster olurdum. Kafamda bazı düşünceler vardı. Onları denemek istediğimi düşündüm. Bugünkü uluslararası ticaret işime o zaman başladım. Sevdiğim bir abimin dış ticaret firmasında çalıştıktan sonra kendi işimi kurdum. Ben işimi hep çok severek yaptım. Ama galiba bu işin en sevdiğim tarafım şuydu: İş sahibi arkadaşlarım yanlış anlamasın ama ben pek dizini kırıp 9'dan 5'e iş yapacak bir adam değilim. O yüzden kendi işim olsun, bunların arasında da benim zamanım olsun dedim. O dönem yurtdışında çok fazla tırmanış yapamadım ama Aladağlar'da, Hisarcık Vadisi'nde ve Türkiye'deki diğer dağlarda çokça tırmanma imkanı buldum. Harika bir dönemdi”

 

- Kayseri ve çevresindeki dağcılık ve tırmanış potansiyelini nasıl görüyorsunuz?

“Bunu söylersem yanlış söylemiş olmam; Erciyes ve Kayseri, Türkiye'de dağcılığın başladığı yerdir. Ama buradaki dağcılık mantalitesi ve dağcılık figürleri bakış açıları itibarıyla dar kalmışlar. Dağcılık çok komplikedir. Sadece yürüyerek Erciyes'e çıkmak değildir. Kayseri'de dağcılığı bu çerçevede gören insanlar çok fazla. Onlar için Erciyes yaklaşık 4000 metre, Ağrı 5000, İran ve Elbruz 5600 küsur, Lenin (Tacikistan'da bir zirve) 7000 gibi. Bunu yapan bir sürü tanıdıklarım var, beni yanlış anlamasınlar ama yüzlerce kez Erciyes'e çıkmışsın, çok güzel bir şey yapmışsın ama 'çok büyük dağcılık yaptım' demene gerek yok. Benim yorumum bu. Yani tırmanış olması lazım, felsefenin imajinasyonunun olması lazım, yorum yapabilmen, hayal kurabilmen, yeni şeyler yapabilmen lazım. Yeni rota açmak böyle bir şeydir. Dağcılık bundan daha fazlası. Burada ve çevre illerde dağcılık camiası çok dolu değil. Türkiye'de dağcılık adına bu şekilde yapılan birtakım şeyler bunlardan fazlası olmadı. Değiştirilemeyecek bazı şeyler var. Aladağlar Türkiye'nin Alpleri’dir. Hatta Alpler'den Himalayalar'a uzanan dağ silsilesinin üzerindedir. Toroslar'ın ‘Kuzey Toroslar’ ya da ‘Beyaz Toroslar’ dediğimiz kısmıdır. Türkiye'de gerçek anlamda teknik tırmanışın yapıldığı en önemli bölgedir. Bugün Kayseri'den arabaya binsen 170 kilometre sonra kontağı kapatıp yürümeye başlarsın. Bunlar birer avantaj. Ama dağcılık yine bir sürü koşula bağlıdır. Eğitimle, okumakla, maddiyatla alakalıdır.

Kayseri'de tabii ki bir ivmelenme, gelişme var. Ama maalesef bazı şeyler olmuyor. Erciyes Üniversitesi’nde son birkaç yılda geçmişe oranla Hisarcık'ı kullanabilmek adına büyük bir ivmelenme var. Buradan beraber tırmanışa gittiğimiz arkadaşların yaydığı bir hareket var. Bunlar basamak basamak ilerleyen ve insanın kendini daha çok vermesini gerektiren işler. Bu, 'gel kardeşim, şunu şunu yaparsan dağcılık yapmış olursun' diyerek olmuyor. Aksine; sen zorlayacaksın, ittireceksin, üşüyeceksin, yorulacaksın, nasıl yapacağını çalışacaksın. Alpinizmi düşünmeye çalışacaksın. Bir yandan çok okuyacaksın ve nasıl daha hafif ve hızlı olabileceğin üzerine çalışacaksın. Çünkü bu senin güvenliğin ve başarını sağlıyor yaptığın işlerde. Bunların hiçbiri birilerine bir şey göstermek, ispat etmek için yapılmaz. Ama bir gerçek var; ego. O yüzden dağcılık ve tırmanış camiası çok çalkantılıdır. Çok anlaşmazlıklar olur, insanlar birbirlerini sevmez, laflar batar... En masum tarafından anlatmaya çalışacağım; caddede yürüyorsun, üzerine doğru bir araba geliyor. Ne yaparsın? Kenara çekilirsin. Yoksa ezecek seni. İşte o anda 'ben' diyorsun. Bunu demediğin anda ezilirsin. Dağcılıkta başarılı olmak için de bunu demek zorundasın. Demediğin zaman iş şuraya gelir, çok duyarsınız; "Ya kardeşim, deli misiniz, ne işiniz var orada da saatlerce yürüyorsunuz, bak burada keyfim yerinde, neden bu acıyı çekeyim?" Ama oraya gidiyorsan mutlaka bir ego motivasyonunun olması lazım. Dünya dağcılık tarihindeki bütün başarılar, zorlu tırmanışlar, tekrar edilemeyen işler ve gelişmeler o 'ego' sayesinde olmuştur. Herkeste ego olduğundan bahsettiğim çatışmalar kaçınılmazdır, yaşanır. Ama insanın kendisini terbiye etmesi, yoğurması, kendisine 'egoist' denilmeyecek seviyede tutması gerekir. Bu biraz felsefi ve uzun bir konu. Bugün büyük tırmanışlara gittiğinde her koyun kendi bacağından asılır. Herkes kendine bakar ve bu yanlış değildir. Ama sonraki adımlarında egoizm tavan yapmışsa, saçma sapan konuşmalara gelmek zorunda kalmışsa bu kötüdür”

 

- Tecrübelerinizi yazıya dökmeye nasıl başladınız?

“Aslında yazmak, dağcılıkla ilgili ama dağcılığa çok bağlı olan bir şey değildir. Ben dağcılığa başladıktan sonra çevremden öğrendiğim bir şey vardı: Rapor tutmak. Yani yaptığın işleri mutlaka yazmak. Bunlar ilk başta daha analitik raporlar oluyordu. 'Ben şu rotadan çıktım, şu saatte başladım, şurada bekledim, şuradan döndüm, hava şöyleydi' gibi. Ondan sonra kendi duygu ve düşüncelerini de yazmaya başlıyorsun. Ben KTÜ günlerimde, yani neredeyse 30 yıl önce, çevremdeki diğer arkadaşlarım gibi yaptığımız ve yaşadığımız şeyleri not etmeye başladık. Yaptığın bütün işlerin dokümante edilmesi gerekiyor. Bizim ülkemizde eksikliğini çok çektiğimiz şeylerden biri budur. Örneğin buradan Adana'ya kadar bir haftada bisiklet sürüşü yaparsın. Bunları biz yazmıyoruz, ‘günlük ne yaşadın, nerelerde zorlandın?’ Bunun sana ait son derece patates çuvalı gibi bir iş olmasının hiçbir önemi yok. Bunun önemi yazmakta. Okuduğumuz kitapların hepsi böyle çıktı. Özel bir tırmanış bölgesi çıkıyor. Bazı tırmanışlar yapmışsın. Tekrar görmemiş tırmanışlar, ilk tırmanışlar, ilk tekrarlar, zorlu işler... Bunların mümkün mertebe yazılı ve görsel kayıt altına alınması bence çok önemli. Çok uzun yazmayı seven biri değilim. Yangınlarımı, öfkelenmelerimi, üzüntülerimi harmanlayarak yazdığımı düşünüyorum.

O zamanlarda adına 'sosyal medya' dediğimiz şey yoktu. Bizim takip ettiğimiz web siteleri ve blog sayfaları oluyordu. Buralara sürekli girişler yapılıyordu. Onları takip ediyorduk 'acaba yeni bir şey var mı' diye. Şimdiyse arama motoruna ‘geleneksel tırmanış, Kayseri, Türkiye’ diye yazdığın zaman şak diye karşına sonuçlar çıkıyor. Paylaşım süreleri ve paylaşımların verimliliği çok önemli olmaya başladı. İnsanlar uzun videoları bile izlememeye başladı. Sözün özü, ben blogumda yazmaya başladığımda yaptığımız işleri Kayseri halkıyla değil, tırmanış camiasıyla paylaşmanın yollarından biriydi. Bu şekilde insanlar benim blogumu takip ediyordu, ben de başkalarının bloglarını takip ediyordum. Bunun dışında Yıldız Teknik Üniversitesi’nin o zamanlar bir e-posta listesi vardı. Dağcılık camiası birbiriyle o liste üzerinden bağlantıda olurdu. Yapılan işler e-posta olarak gönderilirdi. Başlama noktam bunlardı. Ben elbette kâğıda da raporlar, duygular, düşünceler, iş seyahati notları yazdım. 

Ben tırmanıcı olarak anlaşılması aykırı biriyim. Hisarcık Vadisi'nde benim teşebbüslerim, tırmanışlarım daha eskidir. Orada birtakım tırmanışlar yapan abilerimiz oldu. Yabancılar da gelmiş, gitmiş. 2000'li yıllarda çok sevdiğim Amerikalı tırmanıcı arkadaşım Chad var. Aladağlar'da tanıştık biz. Bu vadiden bahsettim, onları buraya davet ettim, geldiler ve onlar ile başladık. Chad çok iyi bir çatlak tırmanıcısıdır. Amerika'da çok güzel çatlak bölgeleri vardır. Oralarda kendini geliştirmiş. Ben bunları görünce gözlerim yuvalarından fırladı. Eskiden Hisarcık Vadisi'ne bakarak 'Bunlar tırmanılabilir mi?' derdim. Sonra onun tırmanışlarını, ne kadar rahat tırmandığını gördüm. Arkasından ne kadar zorlandığımı fark ettim. Sonra zamanla o çok zorlandığım rotaların ne kadar kolaylaştığını gördüm. Çünkü teknik daha farklı. Normalde tırmanış dediğimiz şeyi ayaklarımızla basarak, ellerimizle tutup çekerek yapıyoruz. Ama çatlak tırmanışında genel hatlarıyla basacak yer de, tutacak yer de yok. Tüm bedeninizle bir sürtünme yaparak ufak ufak ilerliyorsunuz. Bu benim hayatımı değiştirdi. Çok şey öğrendim orada ve o zamanlardan beri Hisarcık Vadisi'nde bir iki yaz daha geldiler. Bu süre zarfında ben vadiyi tırmanmaya devam ettim, hiç kopmadım. İlk baştan beri onunla 'Burası bir rehber haline getirilebilir' diye konuşuyorduk. 2006 yılında orada 'Paralel Dünyalar' adını verdiğim bir tırmanış festivali düzenledik. Hâliyle az tırmanıcı geldi, öz tırmanıcı geldi. Gelenler iyi tırmanıcılardı. Çünkü Hisarcık Vadisi'ne kalabalık güruhları, işe yaramaz insanları doldurmak niyetinde değildik. Sonra vadi içindeki rotaların belli bir yoğunluğa ulaşmayı bekledik. 2022'de karar verdim, oturup rotaları güzelce dizerek listeledim, yazılarını yazdım ve kitabı hazırladım. 2023 Haziran'ında baskıya aldık. Orada yapılan emek uçup gitmesin, masaya ve kitaplığa koyabileceğim bir doküman olsun istedim. Ayrıca oğluma da bırakacağım bir şey olsun istedim. Ben kendimi çok anlatmam, kimse de beni anlatacak değil. Önemli olan da benim anlatılmam değil. Orada çok güzel bir tırmanış bölgesi oluştu. Hisarcık Vadisi çok küçük, çok butik, müthiş bir yer. Arabayı bırakıyorsun, iki dakika yürüdüğün zaman tırmanış başlıyor, 5-10 dakika yürüdüğün zaman daha önemli bölgelere geliyorsun. Şu anda mevcut 80 küsur rotanın çoğu, 50 metrelik bir yerde yan yana sıkışmış durumda. Dünyada böyle örnekler çok az. Türkiye'de ise hiç yok. Ve tırmanış için acemilerin başlayabileceği bir yer değil. Böylesine güzel bir yeri nasıl koruyabileceğimize dair çok girişimimiz oldu; belediyelerle, Valilikle görüştük ama mesafe kat edemedik.”

 

- Ne sıklıkta tırmanış yapıyorsunuz? 

“Ben her yerde tırmanış yapıyorum. Ama eskisi kadar aktif değilim. Hem oğlum olduktan sonra hem yarı zamanlı yurtdışında yaşamaya başladıktan sonra hem de fiziksel olarak düşmemle o eski patlayıcı kuvvetim yok. Genel olarak Hisarcık'a, Aladağlar'a, Antalya'ya ve Türkiye'deki diğer bölgelere gitmeye çalışıyorum. Bazılarına gitme motivasyonum düşük çünkü ben geleneksel bir tırmanıcıyım, özellikle spor tırmanışı yapmak için bir yere gitmem. Yurt dışında tırmanıyorum. Bulgaristan'da genelde yoğun olarak salonda tırmanıyoruz, arada güzel tırmanış bölgelerine gidiyoruz.”

 

- Dağcılığa meraklı olanlar nereden başlamalı?

“Güvenliğini çok iyi sağlamak zorundasın. Kendi postuna kendin hakim olacaksın. Ancak şunu unutmamak lazım: dağcılık ve tırmanışta her zaman risk vardır. O riski kontrol etmeyi öğreneceksin. Bu, her zaman konfor alanından bir adım öteye giderek olur. Hep konfor alanında kalırsan gelişemezsin. Fiziksel olarak konfor alanının dışına çıkacaksın, seni zorlayacak fiziksel aktivitelerin olacak. Risk olarak bazı yerleri geçmen gerekecek. Bu özellikleri en çok geleneksel tırmanış verir. Bol bol okusunlar, zihinlerinin önemli bir kısmını sürekli tırmanmaya bağlasınlar. Dağcılığın işin ucunu bırakarak, gezip gelerek, 'hadi bakalım, biraz da dağcılık yapalım' denilecek bir uğraş olduğunu düşünmüyorum.”

4 Ocak 2024, Kayseri


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —
G-F0G61HQYBB