Örneğin 27 Mayıs öncesinde 1958 devalüasyonu ve Vatan Cephesi; 12 Mart öncesinde yine devalüasyonlu ekonomik kriz ve sağ-sol cepheleşmesi; 12 Eylül öncesinde ekonomik kriz, 24 Ocak kararları ve Milliyetçi Cephe; 28 Şubat öncesi 5 Nisan kararları (1994) ve Laik-İslamcı cepheleşmesi Devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbelere ortam hazırlamıştır ; ancak, bu ikisine üçüncü bir nokta ilave edilmelidir. O da askeri darbe için dış destek (ABD/NATO onayı) sağlanmasıdır. Özetle devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbenin iç dinamiklerini oluşturmaktadır. Bunların tamamlayıcısı olarak dış onay devreye girmektedir. İç ve dış dinamiklerin tam olması, darbenin önünü açmaktadır. Bu noktada 15 Temmuz 2016 darbe girişimini ayrıca ele almak gerekmektedir. Çünkü 15 Temmuz, iç dinamikler oluşmadan ve doğrudan dış güdümlü bir darbe görünümü arz etmektedir. Türkiye de çoğulcu hayatın başladığı İkinci Meşrutiyetten günümüze kadar geçen süreçte Türk siyasal yaşamı neredeyse siyasal cepheleşmelerin tarihi olmuştur.
Bu cepheleşmeleri şöyle sıralamak mümkündür: a. İttihatçı-İtilafçı cepheleşmesi b. Vatan Cephesi (DP-CHP, ) c. Sağ-Sol cepheleşmesi - Milliyetçi Cephe d. Laik-İslamcı cepheleşmesi (1990’lı yıllar)
Siyasal cepheleşme konusu, günümüzde hâlâ günceldir. Çünkü siyasal cepheleşme Türkiye de halen devam etmektedir; hatta devletin tüm kesimlerinden toplumun tüm kesimlerine sirayet edecek bir düzeydedir. Demokrasinin sadece yasal düzenlemelerle olabileceği algısının yanlışlığına dikkat çekmek gerekir. Demokrasi, öncelikle modern toplumun ürünüdür. Kentlileşmiş, sanayileşmiş, eğitim/kültür düzeyi yüksek, köylülüğü ve feodal/ geleneksel ilişkileri azaltmış, birey ve yurttaş kimliğinin ön plana çıktığı, ulusal bütünlüğünü sağlamış bir toplumda demokrasi kökleşebilir ve sağlıklı işleyebilir.
Türk demokrasisi bu altyapıyı tam oluşturmadan uygulamaya konduğu için pamuk ipliğine bağlı bir şekilde yürümeye çalıştı. O nedenle de demokrasimiz, siyasal cepheleşme ve devalüasyonlu ekonomik kriz dönemlerinde kesintiye uğradı. Bunu dış konjonktürün de kolaylaştırdığı ayrı bir gerçektir. 1950’li yıllarda DP ‘nin iktidar olmayı ve CHP’nin de muhalefet olmayı içine sindiremediği söylenebilir.
Bunda demokrasi kültürünün eksikliği, sosyal ve ekonomik gelişmişliğin yetersizliği gibi pek çok etkenin yanı sıra, temsilde adaletsizliğe yol açan ve partiler arası çatışmayı tırmandıran seçim sisteminin (çoğunluk sistemi) de önemli bir etkisi vardı. Gerçekten de 1950 seçimleri ve Şubat 1950’de çıkarılan seçim kanunu, bir ülkede seçimlerin sağlaması gereken iki temel şeyden sadece birini sağlayabildi. Sağladığı, seçim güvenliği ve seçimlerin dürüst yapılmasıydı. Sağlayamadığı ise, temsilde adaletti. Seçimlerinde % 52.7 oy alıp 408 milletvekili çıkaran ve TBMM de % 84 oranında temsil edilen DP’nin parlamentodaki ezici üstünlüğü, Onun CHP’yi yok sayması sonucunu da doğurdu. DP, ezici bir üstünlükle iktidar olma sorumluluğunu taşıyamadı. CHP de, % 39.4 oy alıp 69 milletvekiliyle TBMM de % 14 oranında temsil edilmeyi içine sindiremedi. Aynı durum 1954 seçimlerinde de devam etti. DP Türk demokrasi tarihinin en yüksek oyunu alarak (% 58), 502 milletvekili çıkardı. CHP ise % 35 gibi bir oy almasına rağmen 31 milletvekili çıkarabildi. 27 yıllık tek parti iktidarından sonra CHP’nin aldığı oyun çok altında milletvekiliyle parlamentoda temsil edilmesi, Onu olumsuz yönde etkiledi. Aslında bu seçim kanununu, dönemin Başbakan Yardımcısı Nihat Erim öncülüğünde hazırlayan bizzat CHP’ nin kendisiydi. DP’de bu yasa tasarısına onay vermiş; Millet Partisinin itirazlarına rağmen tasarı yasalaşmıştı .1954 seçimleri ile TBMM de aldığı oydan % 32 oranında daha fazla temsil edilen DP ile % 25 oranında daha az temsil edilen CHP’nin, bu seçim kanunu ile demokrasi konusunda iyi bir sınav verdiklerini söylemek güçtür. Parlamentoda temsilde orantısızlık, Meclis üstünlüğü sisteminin verdiği gücün de etkisiyle DP’yi demokrasiden hızla uzaklaştırdı ve otoriterleşmeye yöneltti. Tahkikat Komisyonu ile en üst noktaya çıkan demokrasiden hızla uzaklaşma eğilimi ortaya çıkmasaydı, yapılacak ilk dürüst seçimlerde CHP’nin iktidara gelmesi olasıydı. DP’nin içinde bulunduğu eğilim böyle bir dürüst seçime imkân tanır mıydı? Bunun zayıf bir olasılık olduğu ifade edilebilir. Ancak, askeri müdahale de CHP’nin tek başına iktidara gelmesini önlemiştir; bunu da göz önünde bulundurmak gerekir.
Neticede, askeri müdahale ve otoriterleşme hem demokrasiye hem de ülkeye zarar verdi. Demokrasinin kökleştiği, sağlıklı işlediği bir Türkiye, 200 yıllık modernleşme tarihine ve Cumhuriyetin kurucu kadrolarının çabalarına rağmen arzu edilen olgunluğa erişememiştir.
Yukarıda sözü edilen cepheleşme süreçleriyle çakışan büyük ekonomik krizlere de dikkat çekmek gerekir. Bu büyük krizlere ek olarak 1947, 1969, 1982 ve 1991 krizleri küçük krizler olarak sayılabilir.