https://www.istikbal.com.tr/marka/tinyhouse

Hüseyin Döngel


Türk kimliği ve göçmen gerçeği

Türkiye Osmanlı döneminden bugüne kadar göç alan bir ülke.


Bir nevi mazlumların sığınağı idi.  Lakin son yıllarda farklı statülerle Türkiye’nin kabul ettiği insanların tartışmalı durumları toplumun farklı kesimlerince tartışılıyor ve toplumun kafasında endişelere sebep olmakta. Yani bu gelen insanlar gerçekten mazlum mu, değil mi? Türkiye’ye farklı amaçlarla yönlendirilen kitleler var mı sığınmacılar içerisinde? Bu sorular toplumun ekseriyasının beynini kemiriyor.

Diğer yandan açık sınır politikasıyla Türkiye büyük bir risk altına da sokuldu.

Türkiye son yıllarda yakın coğrafyasından aldığı göçmen sayısının çokluğu ve bir göçmen iskân politikasının olmaması nedeniyle milli kimliğini ve tarihi kültürel dokusunu hızla kaybediyor. Ülkenin dört bir yanından ülkeye giren göçmenler aynı hızla ülkenin dört bir yanına keyfine göre yayıldı, yayılıyor.  Dört bir yana dedim ama aslında öyle değil. Gelen göçmenler, Türkiye’nin metropol kentlerini, tarihi, kültürel ve ticaret merkezi olan şehirlerimize büyük kütleler halinde akın ediyorlar, buralara kök salıyorlar.

Mesela İstanbul’un belli semtlerinde özellikle tarihi kadim ilçelerimizden biri olan Fatihte neredeyse yerli nüfus kalmamış. Yabancı nüfus yoğunluğundan kaynaklı kültürel dokunun ve yaşam tarzlarının yabancılaşmasından dolayı her şeyini satıp asırlardır soyunun sülalesinin yaşam dürdüğü ilçeyi hatıralarıyla birlikte bırakıp terk ediyorlar.  Yine farklı kültürlerin mecz olduğu kadim kültür şehirlerimizden biri olan Hatay’ın bazı ilçelerinde de benzer bir durum söz konusu. Göçmen yoğunluğu ve yerli ahalinin alışık olmadığı kültür ve davranış biçimi farklılığı yerli ahaliyi baskılıyor.

Mesela İstanbul Fatihte Sokakta Türkçe konuşan kimsenin olmadığını hem okudum hem dinledim.  Bir kişinin Türkçe konuşacağı insan bulamadığı tevatür değil bir hakikat olmuş burada.

Haleb'in köylüsünden Lübnan'ın Dürzisine, Iraklısından Libyalısına, Tunuslusuna, Ürdünlüsüne kadar Arab'ın envai çeşidi orada.

Entarili, kıyafetlisi de var, taytlısı, uzun saçlısı da Marunisi de Nusayrisi de, Mesihisi de...

Hepsi neşeli, hepsi gülümseyen, hepsi yüksek sesle konuşan, hepsi özgüvenli, birçoğu özgürlüğün rüzgârıyla sermest, hoş görülecek olmanın bilinciyle sarhoş...

Gruplar halinde yürüyorlar. Gruplar halinde geziyorlar…

Bu durum sadece İstanbul için geçerli değil. Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Mersin, Kayseri, Konya, Gazi Antep gibi metropol şehirlerimizin bazı muhitlerinde de var.

Yoğun yaşadıkları semt ve mahallelerde lokantalarda ful, felafel humus...

Gar sabunu ve zahter yığınları...

Her köşe başında egzotik kokular satan dükkânlar.

İnsanın üstüne üstüne yürüyen, sokaktaki kadınlara aç nazarlarla bakakalan sporcu gençler, halinden tavrından şaşırtıcı bir özgüven dökülen kadınlar, köyündeymişçesine kaşınarak dolaşan entarili yaşlılar, park ve bahçelerin  kendilerine tahsis edilmişçesine  baskın ve Taşkent n tavır sergileyenler,  sokak aralarında gürültüyle koşturan çocuklar....  Böyle durumları görünce ; 'Selahaddin'den beri fütuhat görmeyen Arab'ın en son fethi bu.' diyesin geliyor.

Kuşatmayla aldığımız İstanbul’u ile birlikte bazı vasıflı şehirlerimizi farkında olmadan başkalarına verdik. Elimizden çıkardık.

Ülkenin köşesinde bucağında değil birçok merkezi yerlerinde satılık tabelası görür hale geldik. Mesken sahiplerinin birçoğunun bazı semtlerde mülkünü satması elinin darlığından değil, yıllarca yaşadığı, çocukluğunun ve gençliğinin hatıralarıyla dolu mahallelerinin yabancıların istilasına uğramasından.  Demografik ve kültürel yapının değişmesinden. Alışık olmadıkları kültürlerin, yaşam tarzlarının, bilmedikleri dillerin baskısı altında kaldıkları için yapılıyor bu satışlar.

Göçle gelen istediği yeri mesken tuttu, hiçbir engelle karşılaşmadan memleketin en seçkin şehirlerinin mahallerine çöreklendiler. Haliyle onca gelene karşı kalkıp giden de olacaktı…

Şimdi bu yazdıklarımın altına yorumlar döşenir... Ne ırkçılığım kalır ne imansızlığım ne insafsızlığım ne muhalifliğim...

Hiç biri değil...

Makul olmaya çalışıyorum.

Hiç bir devlet kendi iradesi ve kendi tasarrufu ile ülkesinin demografik, etnik ve sosyokültürel yapısını değiştirmez.

Türkiye'nin etnik ve kültürel yapısı geri dönülemez bir şekilde değişti. Birçok şehir, ilçe ve semtlerde hoyratça yaşandı bu değişim.

Bunların içinde İstanbul’un durumuna ayrı bir sayfa açmak gerekiyor, İstanbul sadece Türkiye’nin değil dünyanın en gözde şehirlerinden biri.

Hiçbir devlet kalbi mesabesindeki tarihi şehri bir başka halkların istilasına açmaz.

Mesela İtalya'ya giden mültecilerin Roma'nın şehir merkezinde, İngiltere'nin Buckingam'ında,  Paris’te, Venedik’te şehrin yerlilerini dışarı çıkaracak ölçüde homojen bir şekilde yerleşmelerine izin verilemez.

Hiçbir ülke gözbebeği olan şehrinde/ şehirlerinde o ülkenin yabancılarının yerleşecekleri yerde ezici çoğunluğu oluşturacak şekilde ticari imtiyaz tanıyarak orayı ele geçirme imkânı vermez, verilemez.

Osmanlı büyük göç dalgaları yaşamıştı.

Ne 1850'lerde Kırım'dan imparatorluğa akan milyonlarca insana, ne 1864 Kafkasya Sürgünlerine, ne 1912 Balkan bozgununda savrulan insanlara ne de mübadillere İstanbul'da topluca oturabilecekleri bölgeler göstermedi.

Devletlerin iskân politikası olmalıdır.

Her devletin nazarında göçmenler yeni arı kolonileridir. Doğru yerde petek gösterirseniz balından istifade edersiniz, doğru yerde yer gösteremezseniz o arılar sizi sokar.

Demem o ki;

Arap'tan Fars’tan, Acemden rahatsız olduğum yok.

Ömer Seyfettin'in Efruz Bey'i gibi 'Bila tefrika-i cins ü mezhep' kriterini esas alan bir adamım ben.

Savaş mağduru bir halka yardım etmek, kucak açmak insani, vicdani ve İslami bir hakikat ve tarihi bir sorumluluktur. Ancak kantarın topuzunu kaçırırsanız insani bir mesele büyük bir felakete dönüşür. Ki öyle gözüküyor.

Ama böyle olmamalıydı...

Böyle olmaz...

Bu şuna benziyor...

Sokakta karşılaştığınız bir ihtiyaç sahibi bir kişiye karnını doyurması için para verebilirsiniz. Ona uyuyabileceği bir otel de ayarlayabilirsiniz.

Ama onu alıp evinize getirmezsiniz.

Evinize getirseniz de kendisine yatak odanızı vermez, eline kumandayı tutuşturmaz, baba koltuğuna oturtmazsınız.

Eğer bunu yaparsanız her türlü istismara razı olduğunuz anlamına gelir bu.

İhtiyaç sahibi kişi sizi istismar etmek zorunda kalır.

Türkiye'ye gelen Suriyeliler, Iraklılar, Libyalılar, Afganlılar, Pakistanlılar, İranlılar, Ürdünlüler, Mısırlılar...

'Gelenlerin her biri memnun ki yerinden, çok seneler geçti dönen yok seferinden...'

Bir tek politik tasarrufla içeri alınan bunca insanı hiçbir politik tasarrufla buradan geriye döndüremezsiniz...

Vatanlarından çıkmak için birbirini çiğneyen bu kitle, ülkelerine geri dönmemek için karşılarına çıkan her türlü gücü ezer geçer.

Nitekim duymuşluğum var,

'Allah razı olsun Suriye'de savaşı çıkaranlardan... O savaş çıkmasaydı Türkiye'ye gelemezdik' diyeni...

O halde bu insanlar için bir iskân politikası şarttı, uyum eğitim programları hazırlanmalı ve göçmenler her anlamda kontrol altında tutulmalıydı. Göç, göçmen dendiğinde felaket tellağı dolaşıyor milletin kafasında. Kendi ayağımıza sıktığımız kurşunun tedavisini de yapamıyoruz. Memleketin dört tarafına yayılmış, buralarda mal mülk edinmiş, ticarethaneler açmış, iş güç sahibi olmuş bu insanları buralardan nasıl söküp alarak bir iskân politikasına tabi tutacaksınız bu saatten sonra. Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye!

Türk, Avrupa ve Asya'nın arasında bin yıldır icra edilen bir görevin adıdır.

Ve Türk, dünya politiği açısından varlığı zorunlu bir aktördür.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim...

Türk, bu göç dalgaları ile kimliğini oluşturan en temel yapıtaşlarını yükselen bir balondan aşağı atmıştır.

Önümüzdeki yüzyıllardan sonra bu topraklarda Türk'ün varlığını koruyup koruyamayacağı tartışılır hale gelmiştir.

Bu bir hissiyat, bir felaket tellallığı değil, çok bariz, sabit delilleri var.

İstanbullu kimliği nasıl son otuz kırk yıl içinde hiç var olmamışçasına yok olmuşsa...

Türk kimliği de böylesi bir yok oluş sürecine girmiştir.

Kırk yıl, elli yıl değil belki ama üç kuşak sonra Türk kimliği bu topraklarda varlığını bu şekilde sürdüremez.

Tarihin temel aktörlerinden birisi olan Türk milleti, geçmişte tarihin temel aktörlerinden olan birçok millet gibi;  İskitler gibi, Keltler gibi, Hunlar gibi eriyip dönüşür.

Balkanlarda Bulgarlar ne ise Anadolu'da da Türk o olur. Tarih boyunca Türk hâkim unsur olarak varlığını sürdürmüştür. Almanya gibi Fransa gibi…

Türkiye bir ABD bir Avusturalya değildir.

Hele hele stratejik ve jeopolitik durumu ile Anadolu’ya geldiğimizden bu yana emperyalistlerin Türk’e bakış açısı göz önüne alındığında hiç değildir.