Türkiye’de iz bırakan valilerden biri de Recep Yazıcıoğlu’dur. Rahmetli Vali ölmeden 2 yıl önce Niğde’de bir konferans verdi. O gün kendisiyle özel bir mülakatım oldu ve onu yakinen tanıma fırsatını da buldum.
Recep Yazıcıoğlu 1948 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini burada tamamladıktan sonra üniversiteyi bitirdi ve 16 yıl çeşitli ilçelerde kaymakamlık yaptı. Sonra Tokat, Aydın ve Erzincan valiliklerinde bulundu. Çok renkli kişiliği ile tanınan Recep Yazıcıoğlu, inanan ve inandığını uygulayan, olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan, açık fikirli, doğru bildiği konuda sözünü hiç esirgemeyen, merhametli, hoşgörülü, gurur ve kibirden uzak bu güzel insan Türkiye’de gönüllere taht kurmuştur.
Her şeyden önce sistemin yanlışlığını eleştirmekten asla vazgeçmeyen bu değerli insan, Vali Yazıcıoğlu, bakınız açık yüreklilikle sorularıma nasıl cevap veriyor:
İdris YAVUZ: Sayın Valim, Siz devletin valisi olduğunuz hâlde “sistemi en çok eleştiren vali” olarak biliniyorsunuz. Bu konuda görüşlerinizi alabilir miyim?
VALİ YAZICIOĞLU: Efendim ben şimdi gezici bir vaiz gibiyim. Tam otuz bir yıldır devlet hizmetinde görev yaptım. Hep yüksek sesle konuştum. Bundan dolayı çok tepki aldım. Neticede pişman da değilim. Üniversite gençliği ve çeşitli kuruluşlar beni konuşmacı olarak davet ediyor, ben de bundan mutlu oluyorum. Onlara gerçekleri anlatıyorum.
İdris YAVUZ: Efendim bu konudaki hedefiniz nedir?
VALİ YAZICIOĞLU: Peki, ben neyi hedefliyorum dersiniz. Elbette ki siyasete girmeyi hiç düşünmedim. Siyaset, tereddütsüz itaat ve biat etmektir. Bu iş bana göre değil. Çünkü siyasette lider sultası vardır. O ne derse doğrudur. Ona asla karşı çıkılmaz.
Eğer lidere haksızlık yaptığını söylerseniz sizi kapı önüne koyarlar. Bugün seçimlerde mangalda kül bırakmayanlar, mecliste sus pus olmaktadır. Böyle bir milletvekilliğini asla düşünmedim.
Ben Türkiye’de değişim olsun istiyordum. Ancak böyle olursa siyaset için varım. Bugün sistemin içinde olup da bu sistemi bilmeyenler vardır. Bunlar devleti yönetemez ve sorunları da çözemezler.
İdris YAVUZ: Sistemde sizi rahatsız eden şeyler nelerdir?
VALİ YAZICIOĞLU: Ben Tokat Valisi iken sigaranın zararını gördüm ve gündeme getirdim. Bana 'yasakçı vali' dediler. Gazeteci Oktay Ekşi “Yasaklama mı yoksa zırvalama mı?” diye yazdı. Benim bu düşüncem sonra hükümetler tarafından da kabul gördü ve bu konuda genelge yayınlandı. Oktay Ekşi de hatasını anladı ve benden özür diledi.
Esasında biz boyalı içeceklerin hiçbirisini ağzımıza almamalıyız. Çünkü bunlar sağlıklı değildir. Gelin hep birlikte bol su, ayran ve süt içelim. Süt kemik erimesini önleyen, su vücuttaki toksinleri temizleyen içeceklerimizdir.
Bir gün uçakta hostes "Ne içersiniz?" diye sordu, ben de "Ayran ya da süt var mı?" dedim. Görevli yüzüme bön bön baktı. Çağdaş bir istek olmadığını ifade eder gibiydi. Hâlbuki Batı Dünyası en çok süt tüketmektedir. Biz millet olarak beyaz ekmek yemeye düşkünüz. Ama bu ekmek insan için zararlıdır. Kepekli, posalı yiyecekler mide özsuyunu alır.
Ben evde süt ve ayran içiyorum. Ama benim çocuklarım bana uymuyorlar. İnsan hayatta hiç kimseye muhtaç olmamak için günde en az 5 km yürümeli ve spor yapmalıdır. Erzincan’da 10 kişiyle yürüyüşe başladık. Yine aynı sayıyla tamamladık.
Ülkenin babası “Hantal devlet başkentten yürütülmez” dedi. Bunun üzerine Türkiye’de birçok uyduruk ilçeler kuruldu ve illerin sayısı da arttırıldı. Hiç böyle şey olur mu? Bir de devlet ölü yatırıma hız vermektedir. Gereksiz yerlerde ihtiyaç fazlası devlet binaları yapılmaktadır. Bu büyük bir israftır. Bu yapılan lüks beton binalara Necip Fazıl Kısakürek "Piç imar" adını vermektedir.
Her yerde hükümet sarayları yapıldı. Bugün bunların yarısından fazlası boş, lüzumsuz ve gereksiz yapılan beton binalardır. Dünyada hiç bu kadar lüks betondan yapılan devlet dairesi olan bir ülke gösteremezsiniz. Ecdat taş bina yapımına önem vermiştir ve bunlar asırlarca ayakta duran ve sağlığa elverişli olan binalardır. Taşın asaleti ve ruhu vardır. Beton ise kimliksizdir.
Devlet küçülmelidir. Yerel yönetimlere daha geniş yetkiler verilmelidir ve birçok vergiyi de yerel yönetimlere devretmelidir. Başkentten atamalar ve bürokratik işlemler alınmalıdır. Sadece askeriye, yargı ve emniyet görevlileri merkezden atama yapılmalıdır.
Ankara’da hükümet Tekel için Türkiye’nin en büyük ikizini yapıyor. Hâlbuki bu kurum özelleştiriliyor. Peki, bu kim için, neden yapılıyor? Kime hizmet edecek, kimlerin işine yarayacak dersiniz? Kesinlikle yapılacak bir şey uzun vadeli ve evlâdiyelik olmalıdır.
Avrupa da saatte 600 km yapan, hızlı tren yolları vardır. Uçakları da 700 km yapmaktadır. Peki, Türkiye bu teknolojinin neresindedir? Elektriğin kilovat saati Türkiye'de 10 sent iken Avrupa’da 2 sentten işlem görmektedir. Bugün Avrupa’da 119 ülke arasında eğitime ayrılan pay konusunda 105'inci sıradayız. Sağlıkta ise 180 ülke arasında 88'inci sıralarda yer alıyoruz.
Diyorum ki, Türkiye bu modelle iyi yönetilmiyor. Kaynak israfı ve savurganlık hat safhadadır. Çok gariptir, bizde bir de bürokrasi hastalığı vardır. "İşi yokuşa sürme", “ben bilirim” demeyi iyi beceriyoruz. Osmanlı döneminde abdesthanede ibrikçi başı ibrikleri birden ona kadar sıralamıştır. Biri gelip üçüncü sıradaki ibriği almak isteyince ibrikçi “Olmaz kardeşim, öndekini alacaksın” deyince vatandaş, “Keyfim değil mi? Üçüncüsünü alırım" demiş, ibrikçi “Biz burada neyiz? Boşuna mı b*k kokluyoruz, bu işi biz biliriz” diye cevap vermiştir. Her iş böyle tersine yürümektedir.
Bugün şoför ehliyeti alacak kişiye bir belge yeter iken, aşağılık duygusu ile bin dereden su getirilip işi yokuşa sürme çabası vardır. Bir iş yerinde on sekiz kişi varsa sadece iki kişi gayretlidir. Oradakiler bu çalışanlara enayi diye alay etmektedir. İşte biz böyle bir ülkede yaşıyoruz. Bu sistemde çeşitli görevlere paraşüt atamaları yapılıyor. Liyakat olayına önem verilmiyor. Sanki bu işler kamyon çarpmış gibi oluyor. Bizdeki bürokrasi hastalığı hat safhadadır. Sabah erken kalkan müdür oluyor.
Çalıştığım ilde Sağlık Müdürüne siyasiler, atama ile ilgili liste vermişler. Müdür listeyi önüme getirdi. Bu iş kanuni olmadığı için müdür benden fırça yedi. Şimdi bu müdür siyasilerin dediğini mi yapacak yoksa valinin isteğini mi yerine getirecek? Onun durumunu siz düşünün. Belki burada yirmi kişi memur alınacak ve iki bin kişi de haksızlığa tepki gösterecektir. Böyle adalet, böyle siyaset olur mu? Siyasiler geldiler, bize kontenjan ayır dediler. Ben de onlara olmaz dedim. "Niye?" dediler. “Ben yanlış yapmam ,size de yanlış yaptırmam; çünkü yirmi kişi alınınca bin dokuz yüz seksen kişiyi kendinize düşman edersiniz” dedim. "Bunun için bu devlet, hantal durumdan kurtulmalıdır" derim.
Bugün Avrupa ülkelerinde bakan sayısı üç ya da beş kişidir. Bizde ise meteorolojiden tutun da kadından sorumlu olmak üzere tam otuz beş bakan vardır. Böyle şey olur mu? Aslında politikacıdan bakan olmamalıdır. Üst düzey teknokratlardan bakan yapılmalıdır.
Bir bakan, kendi iline geldiğinde yer yerinden oynamaktadır. Adam “Meğer ben neymişim, herkes beni yere göğe koymuyor” derken; aynı ilin diğer milletvekilleri de “Benim neyim eksik, neden ben bakan değilim” psikozuna giriyor.
Peki, neden kadınlardan sorumlu bakan varda erkeklerden sorumlu olmuyor. Nedeni bellidir. Çünkü bizde 'Çoban Sülü' vardır. Bu millet sürü olmayı hak ediyor demektir. Akrabalarını, yandaşlarını koruyan 'Çoban Sülü’ye kim ne diyebildi?
Benim ülkemde sivil toplum örgütleri yürüyüş yapıyor, zil takıp oynuyor. Hükümetin umrunda değil. Hatta bundan mutlu bile oluyor. Türkiye’de türedi zenginler doğdu. Bu arada Demirel de işi götürüyor ve hiç kimseden gık çıkmıyor. Bunlar liberal kazıklar olarak karşımıza çıkıyor.
Son yirmi yılda seksen milyar dolar hortumlanmıştır. GAP’a bugüne kadar 15 milyar dolar harcanmıştır. Siz şimdi Türkiye’nin durumunu düşünün. Oda başkanları, sivil toplum örgütleri göstermelik tepkiler yapmakta; onlar da bu düzenin içindeki mutlu azınlıklardır.
"Kurtar bizi baba" sözleri onların fikirleridir. Babayı 'mehdi' görenler, şimdi babayı gördüler. Batık kredilerin yanında açıklanmayan ve Türkiye’de yirmi aileye hizmet veren bankalar vardır. Buna kimse karşı gelmiyor.
"Buyurun beyler, Devletin malı deniz; aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yiyin" demek geliyor içimden. Zaten bu işi yapanlar emniyeti suistimal etmeden dolayı. Sadece 100 bin lira gibi komik bir ceza alıyor. Siz hırsıza hırsız diyemiyorsunuz. Çünkü hırsızlığın cezası da dört ay hapis ve 125 bin lira para cezasıdır.
Aslında siyasetle, seçileni geri çağırma işi olmalıdır. Vatandaş verdiği yetkiyi, yolsuzluk yapanlardan geri almalıdır. Yasama-yürütme-yargı birbirinden ayrılmalıdır. Devlet hantal yapıdan kurtarılmalıdır. Onu "polis devleti" kanunundan çıkarmalıyız.
Doğu toplumlarındaki 'Baba' zihniyetini bir kenara atmalıyız. Müslüm Gündüz bile Fadime’yi yıktı da biz bu zihniyeti yıkamadık. Ceza sistemini ıslah etmeliyiz. Malı götürenler gereken cezalarını çekmelidirler. Bugün Türkiye’de mutlu azınlık 20 aile devlete 22 katrilyon faizle borç para vermekte. Devlet bu mutlu azılığa geri faiz ödemektedir.
Bakınız devlet kime hizmet ediyor. Bu Devlet iç borç batağındadır. Bu sistemden nemalananlar, bu düzenin değişmesini elbette ki istemezler. Onlar hep haklılar ve başkaları devamlı haksız konumundadır.
Avrupa Birliği’nin bize hiçbir zaman ihtiyacı yoktur. Bizim onlara vardır. Onlar kendi karar organlarına bizi sokmazlar. Gümrük Birliği'ne girdik, dışa karşı biz gümrük vergisini sıfırlandık ve Türkiye onların pazarı oldu. Biz ise Avrupa’ya giremiyoruz. Bizde tatil günleri hayli fazla, onun için yollarda ölüm cehennemi yaşanıyor.
Bizim ülkede petrol hattı vardır. Fakat %2 kapasite ile çalışıyor. Neden çalıştırılmıyor? Çünkü Türkiye “tanker cennetidir”. 'Babalar' buna izin vermezler... Bundan dolayı yollarda 500 bin kişi ölüyor, 200 bin kişi yaralanıyor.
Dünyada nüfusu belli olmayan tek ülke Türkiye’dir. Köyler ilçe, ilçeler il olmak için ölüler diriler, olanı ve olmayanlar yazdırılmaktadır. “Cennetin yolları iyi niyetle beslenir”.
Bu edebiyatla biz Avrupa Birliği'ne falan giremeyiz. Bu bizim sorunumuzdur. Avrupa’nın böyle bir problemi yoktur. Eğer suçluyu 'düşman' ilan ederseniz sistem yürümez.
Bizde parti kurma turşu kurmaya benziyor. Osmanlı İmparatorluğu 600 küsur yıl din bilgini yetiştirmedi. Fakat din adamı çoğaldı. Esas sıkıntı burada başladı.
Ne yapalım, garip bir ülkede yaşıyoruz. Olur böyle şeyler. Biz kaderci bir milletiz. Sabretmesini de biliriz."
...dedikten sonra özel sohbetlerimiz saatlerce sürdü. İnsan onun konuşmalarına doymuyordu. Halkın içinden gelen, halkın ta kendisi olan bu insanı sevmemek mümkün müdür? Mekânı cennet olsun.