https://www.istikbal.com.tr/marka/tinyhouse

Hüseyin Döngel


ORTADOĞU’NUN TANIMI , POLİTİK -STRATEJİK ÖNEMİ, TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI VE TÜRKMENLER

TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU POLİTİKALARINDA TÜRKMENLERİN YERİ - 2


Dünya gündeminin ve küresel devlerin etkin faaliyet alanlarının başında gelen Ortadoğu ve Ortadoğudaki gelişmelerin , Türkiyenin iç siyasetine de etkileri göz ardı edilemez. Şöyleki ; Ortadoğu coğrafyasındaki mezhep farklılıkları ve kavgaları, politik tercihlerde oldukça etkilidir. Yahudi, Hıristiyan, Müslüman kitleler arasındaki rekabet bir yana, sadece İslam temelinde Şii-Sünni rekabeti bile ülkelerin dış ve iç siyasetlerinde kendini yoğun şekilde hissettirmektedir.
Bilindiği üzere İran, Irak, Lübnan, Suriye, Bahreyn’de Şiilik hem sosyal yaşamda hem de siyasi yaşamda oldukça etkilidir. Suriye yönetiminin Şii ağırlıklı politik yaklaşımı ülkede yaşanan iç savaşta civar ülkelerdeki Şiilerin desteğini almasına yol açmıştır. Lübnan Hizbullah’ının milis kuvvetler göndererek fiilen ve açıkça Esed rejimini desteklediği ortadadır. Dolayısıyla Suriye’deki ve Irak’taki iç savaşlarda çatışmalar ülke içinde kalmamakta, civar ülkelerdeki aynı mezhebe mensup kitleler arasında da çatışmaların artmasına veya azalmasına sebep olmaktadır.
Son on yıl içinde Irak, Suriye, Lübnan ve Bahreyn’i bölen Sünni-Şii düşmanlığının Türkiye’de de patlak vermesi, Gezi Parkı eylemlerinde görüldüğü üzere bir risk olarak karşımızda durmaktadır. Çoğunluk olan Sünniler ile Aleviler arasındaki dinî pratikler oldukça farklıdır. Türkiye’de Aleviler, kendilerini Sünnilerin algıladığı tarzda bir İslam anlayışı içinde görmemekteler. Aleviler, dinî inançlarını yaşamak ve uygulamak için camileri değil, cemevlerini tercih ediyorlar.
Suriye ve Irak’ta patlak veren Sünni-Şii iç savaşlarının, dünyadaki 1,6 milyar Müslüman arasındaki mezhep farklılıklarını derinleştirdiği görülüyor. Türkiye’nin bu akımdan istisna olması zor görünüyor. Büyük bir Alevi nüfusa sahip ve kargaşanın kalbine yakın bir konumu var. Bir dönem Hatay, Urfa ve Mardin’in “Pakistanlaştığı” şeklinde ifadelerin dillendirildiği unutulmamalıdır. Bana göre hala bu düşünce kulunçka halinde zihinlerdeki çarlığını korumaktadır. Bu kentlerin El-Kaide bağlantılı grupların arka üssü olarak kullanıldığına dair iddialar ortalıkta dolaşıyor. Türkiye’nin Özgür Suriye Ordusuna verdiği açık destek ve açık sınır politikası da Suriye savaşının sınırın ötesine geçtiği anlamına gelecektir.
Türkiye, ekonomik ve siyasi bakımdan son on yıl içinde başarılı kabul ediliyor olsa da AK Parti ve otoriter laik devlet arasında uzun süredir devam eden iktidar savaşının toplumda kalıcı çatlaklar doğurduğu birçok toplumsal kesimin zihinlerinde dolaşıyor. Türkiye’de ve bölgede artan siyasi gerilimin, artan mezhepsel farklılıkları daha da körükleyerek , patlamaya hazır bir bomba hâline getireceği anlaşılmaktadır.

GENEL DEĞERLENDİRME YAPACAK OLURSAK:

Ortadoğu coğrafyasındaki Türkmenler, Türkiye bölgede çarlıklarını sürdüren Türkmen gerçeğini kavrar ; siyasi , diplomatik, tarihi ve kültürel alanlarda atması gereken adımları atar, tarihi sorumluluklarını yerine getirirse bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye’nin en yakın müttefiki olacaktır. Türkmenler, yerleşik oldukları ülkelerin vatandaşları olmakla birlikte Türk’türler. Bu topluluklar, Türkiye dışında sadece Türkçe konuşan insanlar değil, Türk milletinin bir parçasıdırlar. Sadece Irak, Suriye, Lübnan , Filistin değil, tüm Ortadoğu ile beraber gayri milli sınırlarımız dolunda yaşayan dünya  coğrafyasında yaşayan Türklerle irtibata geçmek  hatta  Türkçeyi unutan kitlelerin de ortaya çıkarılması Türkiye’nin asli vazifedir ve bu vazifenin yerine getirilmesi Türkiye’ye stratejik yarar da sağlayacaktır.

Mesela, Kıpçak Türklerinin kurduğu Memluk Türk Devletinin egemenliğinde yaklaşık 300 yıl kalan, sonra da Osmanlı Türk Devletinin egemenliği yaklaşık 500 yıl kalan Mısır’da dahi yoğun bir Türk kitlesinin bulunduğu düşünülmektedir. Arapça konuşuyor olsalar bile köken itibarıyla Türk olduklarının bilincine varmaları halinde Türkiye ile stratejik ortaklıklar içine girebilecekleri değerlendirilmektedir.
Ortadoğu ülkeleri ile kurulacak ilişkilerde dini ve mezhepsel mülahazaların gözetilmesi elbette ki mümkündür. Ancak Türk kökenli kitleler arasında mezhep ve din farklılığı gözetilerek tavır geliştirilmesi, son derece tehlikeli ve sakıncalıdır.
Türkmenler, ister Şii olsun ister Sünni olsun, bizim eşit derecede değerli kardeşlerimizdir. Kan kardeşliğinin gönül kardeşliği ile de birleştirilmesi elzemdir. Araplar ile gönül kardeşliği ve din kardeşliğine sahip olabiliriz. Türkmenler ile hem kan, hem gönül hem de din kardeşliğimiz vardır. Türkmenlerin bize yakınlığı, diğerlerine göre hep bir adım öndedir ve önde olmak zorundadır. Bu bilinç dışında geliştirilecek her politik yaklaşım, eksik ve sakat kalacaktır. Büyük riskler barındıracaktır.
Ortadoğu coğrafyasında önder ülke olma iddiasını taşıması, Türkiye’nin en temel hakkıdır. Abbasilerden, Selçuklulardan, Tolunoğullarından, Memlüklülerden, Osmanlılara kadar bu coğrafya, yaklaşık 1000 yıldır Türkleri tanımaktadır. Çoğunlukla da Türklerin egemenliği altında bulunmuştur. Bundan sonra da liderlik iddiası ve talebi olacaktır. Ancak bu iddiayı gerçekleyebilmek için Araplaşmak değil ,Türkleşmek gerekmektedir. Bölgede Araplaşarak değil Türkleşerek liderlik mümkün olabilecektir.
Sonuç itibariyle;
2000’li yıllara kadar Atatürk’ün tercih ettiği politikaların bir sonucu olarak Türkiye’nin yönetici ve aydın elitleri, kendilerini Avrupalı addediyorlardı. Bu sebeple de Ortadoğu bölgesinin karmaşık sorunlarından uzak kalmaya çalışmışlardı. Ancak 2002’den sonra gelen AK Parti hükümetleri, bu yaklaşımı değiştirdi. 2002 yılında AK Parti iktidara gelince Ankara, Orta Doğu’ya yönelerek yeni ve çok yönlü bir dış politika izlemeyi seçti. Türkiye’nin, AK Parti döneminde ekonomik alanda önemli gelişmelere imza atmasıyla bölgedeki olayların şekillenmesinde rol alma isteği de paralel olarak yükseldi. Bu hedefe ulaşmak için Ankara’da iktidar olan yeni kesim, Irak, İran, Lübnan, Ürdün, Suriye ve Mısır olmak üzere civar ülkelerle derin ekonomik ve politik ilişkiler kurma yoluna gitti.
Türkiye’nin 2002 yılından itibaren Orta Doğu bölgesine odaklanması, onun sadece bölge hükümetlerine değil, İhvan-ı Müslimin düşüncesine yakın olan partilere de yakınlaşmasını sağladı. Bazıları bunun, Avrupa Birliği üyesi olması hususundaki umutsuzluktan kaynaklandığını düşünürken diğerleri, Türkiye’nin Avrupa’da bölgeyi etkileyecek güçlü araçlara sahip olduğu intibaını yaratma planı olarak değerlendirdi.
Böylece Türkiye, Avrupa’ya daha kolay bir şekilde girmiş olacaktı. Üçüncü bir grup ise bu eğilimin, İslamcı AK Partinin iktidar olmasıyla yönetim kadrosunda, bölgeyi yüzlerce yıl hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun rüyasını canlandırdığını düşünüyor. Bu rüyanın sahipleri, Mısır’da İhvan-ı Müsliminin iktidara gelmesiyle hayallerinin gerçekleşmeye yakın olduğunu hissetti.
Orta Doğu siyasetinde , hangi yaklaşım doğru olursa olsun, bu dönemde Türkmenler bir öncelik olarak görülmemiştir. Türkmenler ile aynı milletin mensubu olma bilincinden mahrum bir şekilde politikalar geliştirilmiş, Türkmenler, müstakilen ve münhasıran muhatap alınmamış, Araplara ya da Kürtlere eklemlenmiş olarak Türkiye ile görüşmeleri istenmiştir. Adeta Türkmenler, Araplaşmak veya Kürtleşmek tercihleri arasında kalmışlardır. Hâlbuki Türkiye için Türkmenler, birincil öncelik olmalı, diğer unsurlar Türkmenler üzerinden Türkiye ile görüşmek durumunda olmalıydı. Türkmenler, içinde yaşadıkları toplumlar ile Türkiye arasında köprü görevi görüyor olmalıydı.

Veya en azından , bölge ülkelerinde yaşayan Türkmenlerin varlıklarını devam ettirdikleri ülkelerle yaşadıkları siyasi, hukuki ve sosyo- kültürel sorunlarının giderilmesine yönelik güçlü adımlar atılmalıydı. Oysaki bu süreçte bunların hiçbiri gerçekleşmedi ve Türkmenler yaşadıkları gizli veya aşikar sorunlarıyla baş başa bırakılarak kaderlerine terk edildi. TÜRKİYENİN ORTA DOĞU TÜRKMENLERİNE KOCAMAN BİR ÖZÜR BORCU VARDIR.