https://www.istikbal.com.tr/marka/tinyhouse

Hüseyin Döngel


Kimlik, dil ve düşünce dünyası - 1

En genel anlamıyla kimlik, kişinin kendini tanımlama biçimi, kendimizi tasavvur etme, yaşama, ilişki kurma, tanınma  şeklimizdir ya da kişiler arası ilişki içinde oluşan ve gelişen bir öz imaj/ öz bilinç olarak tanımlanabilir.


Kimlik kavramının anlamı, birey ya da grupların ‘ben kimim? biz kimiz?’ gibi sorulara verdiği cevaplarda gizlidir. Bu sorular, bir yandan kimlik kavramının disiplinler arası niteliğini ön plana çıkartmakta, öte yandan kimlik kavramının tanımlanmasında geliştirilen yaklaşımlara ilişkin ipuçlarını içinde barındırmaktadır.
Kimlik kavramının insanlık tarihi kadar eskiye uzanan bir geçmişi olduğunu iddia etmek yanlış olmasa gerekir. Çünkü kimlik ancak ve ancak birey ve bireylerden oluşan gruplar söz konusu olduğunda bir anlam kazanır. Bu nedenle, ilk insandan başlayarak kimlik, her birey ya da bireylerden oluşan her toplumsal grup için varlığı tartışılmaz bir olgu olarak kabul edilmektedir. Kimlik kavramının olgusal bir gerçeklik olarak farkına varılması, sosyal bilimler alanının nesnesi haline gelmesi ise, coğrafi keşifler döneminde farklı kültürlerin/kimliklerin farkına varılması ve buna bağlı olarak farklılıkları açıklama gayretlerinin sistematik hale getirilmesi ile mümkün olmuştur. Önceleri farklılığın tanımlanması üzerine yoğunlaşan bu çalışmalar, evrenselci düşüncenin insanlık tarihinde baskın hale gelişi ile birlikte farklılıkların azaltılması üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır.
Kimlik kavramı ile ilgili olarak biri psikolojik, diğeri sosyolojik olmak üzere iki temel yaklaşım mevcuttur. Psikolojik yaklaşım, kimlik kavramını benliğimiz konusunda daha önce kim isek, yine o olduğumuz yolundaki öznel bir bütünlük, tutarlık ve süreklilik duygusu; ‘ben kimim’ sorusuna verilen başka herkesten ayrı, eşsiz bir insan olduğumuz yolundaki cevabımız olarak tanımlamaktadır. Kimlik duygusu bedensel yapımızla ilgili olduğu gibi imajlarımız, anlamlarımız, değer yargılarımız, inançlarımızdır. 

Tanım, mantık açısından bakıldığında, özün araştırılmasıdır. Öz, tanımlananı o şey yapandır. Bu durumda tanım, içine alması gerekenleri içerir, dışta bırakılması gerekenleri dışta bırakır. Öyleyse öz, tanımın tam olduğu bir durumda açığa çıkar. Kendini tanımlamak olan kimlik, insanın özünü oluşturur. Bu tanımlama biçiminde kişi kendini, kendisi olmayanlardan ayırır ve öteki ile kendisi arasında bir sınır bulunduğunu düşünür. 

Bir başka açıdan kişininin kimlik tanımlamasında iki şey öne çıkar. Birincisi, Genetik unsur. Genetik unsur doğuştan getirilen, bireysel nitelikleri ifade eder ve bu bireysel nitelikler, bireyin içinde bulunduğu toplumsal grubu oluşturan diğer bireylerden farklı tarafı gösterir. Cinsiyet, renk, sahip olunan potansiyel yetenekler bu unsurla ifade edilir. Kazanılmış olmayan ve hiçbir emek harcamadan sahip olunan bu niteliklerin oluşturduğu fark, asli değildir ve kendimizi tanımlamada asıl unsuru oluşturmaz. Ama bu fark oldukça önemlidir ve bireyi aynı toplum içerisinde olan diğer bireylerden hem ayırır hem de birey, diğer bireylerle ilişkisini bu fark ile kurar ve sürdürür. Bireysel bilinç, bu fark ile oluşur. Ancak kimlik, sadece bireysel bilincin oluşturduğu bir yapı değildir. Kimliği kuran / oluşturan ikinci unsur ise genel olan bir unsurdur ve bu unsur bireyde, bireysel bilincin dışında ortak bir bilinç oluşmasını sağlar. Bu bilinç, en genel olarak ortak toplumsal bilinçtir ki, bunu oluşturan da kültürdür. Kişi, kültürel unsur ile bireysel unsurun oluşturduğu manevi bir varlıktır. Bu manevi varlık, bireysel bilinç ile kendini başka bireylerden ayırır; kültürel bilinç ile de aynı kültür içerisinde olanlarla birliktelik şuuruna ulaşır ama bir başka kültürün insanlarından da ayrılır. Niçin bazı insanlar bazı insanlarla ortak hareket ediyor sorusunun cevabı, bu ortak kimlikte bulunur. Öyleyse kimlik, iki bilincin meczolunmuş halidir veya bu halin ürünüdür. Sadece bireysel kimlik veya sadece kültürel kimlik kendimizi tanımlamada yeterli değildir. Sadece bireysel kimliğe bağlı bir tanımlama, kişiyi, yalıtılmış ve biricik bir varlık olarak görme sonucunu doğurur. Her insan biricik olmakla birlikte kendi içine kapalı bir monad da değildir. Kendini biricik ve tek olarak algılamak ve anlamlandırmak, bilincin kendi içine kapanması ama dünyayı kendisi için bir dünya haline getirmesi demektir. Gerek Heidegger gerekse Marcel’de olduğu gibi var olmak, birlikte var olmaktır. Biricik ve tek olarak kalmak suretiyle var olmak mümkün görünmemektedir. Sadece ontolojik olarak değil, epistemolojik olarak da biricik ve tek olmak, kendini tanımaya en büyük engeldir. Goethe’nin dediği gibi kişi, kendini başkasında tanır. Öyleyse insan, ontolojik ve epistemolojik olarak kendi dışına çıkmak zorunda olan bir varlıktır. Kendi dışına çıkmak, kendini kendisi
olmayan bir yerde gerçekleştirmek olarak düşünebileceğimiz yabancılaşma olgusuna denk düşmez. Bu, daha ziyade kendini aşmak anlamında alınmalıdır. Çünkü insan, kendini aşarak var olur. Ancak sadece kültürel kimliğe dikkat çekmek ve bireysel kimliği göz ardı etmek, kişi kavramını, içinde bulunduğu toplumsal ve kültürel çevrenin bir determinasyonuna tabi kılmak anlamına gelir ki, bu da bireysel varlığımızın silinmesi, varlığımızın birey olarak ortadan kalkması demektir. Birey, önemli ölçüde içinde var olduğu kültürel bir ortamda kendini aşmayı denemek suretiyle kültürel ortamı da aşmaya ve bu ortamı da geliştirmeye yönelir.
İnsan, hayvandan farklı olarak kendisini, kendi nesnesi yapmak suretiyle kendini aşmayı deneyebilir. Kendini, kendi nesnesi yapmak ise kendi varlığı üzerinde düşünmesiyle mümkün olur. Kendi üzerinde düşünmek, eş deyişle, dikkatini kendi üzerinde toplamak anlamına gelir. Bu ise, kendini değerlendirmesi demektir. Değerlendirme, değer biçmedir. Değer biçme ise, anlam yüklemedir.
İnsan, değer biçme ve anlam yükleme özelliğiyle bir anlam dünyası inşa eder. Anlam dünyası inşa etmek, reel dünyayı aşmak ve ideal bir dünya oluşturmaktır. Bu, kültürün dünyasıdır ve insanı tanımlayan ikinci unsur olan kültürün dünyasını inşa etmek ve bu dünya içinde bulunmak ile insan, bireysel kimliğinin yanında ortak olan kültürel kimliğini de inşa eder. Hartmann’da olduğu gibi kültür dünyası, ideal bir dünyadır ve bu dünya dilin, bilimin, felsefenin, sanatın, dinin, ahlâkın dünyasıdır.