https://www.istikbal.com.tr/marka/tinyhouse

Hüseyin Döngel


DEĞİŞİM SÜREÇLERİ VE TÜRK TOPLUMU

Türk Milleti, geçmişi 18. Yüz yıla kadar uzanan ve yansımalarını 19. yüzyıldan itibaren kamu düzeninden iktisadi yapıya sosyo - kültürel alandan özel yaşam tercihlerine kadar hayatımızı kuşatan her alanda somut göstergelerle müşahede ettiğimiz radikal ve köklü değişim süreçleri yaşamıştır.


İmparatorluğa ait kurumların ve yönetim anlayışının Batının hızlı ilerlemesi ve meydan okumaları karşısında zayıf kalması ve giderek işlevlerini yitirmesi neticesinde, hem imparatorluk yapısı hem de bu yapıya meşruiyet sağlayan dinin okunma ve yaşanma formları istisnalar hariç ‘ ıslah’ , ‘ tecdid ‘ ihtiyacı duymaya başlamıştır. Bu bağlamda din ve dünya ilişkileri yeniden yorumlanmaya, kurgulanmaya çalışılmış, bu durum beraberinde din ve değişim kaynaklı buhranları getirmiştir. Bu ıslah ve tecdid yani reform süreçleri sağlıklı ve Türk toplumunu terakki ettirecek ilmi bir seviye ve olgunlukta yürütülememiştir.

Geleneksel toplumsal yapının Batı kaynaklı modern gelişmeler karşısında büyük zaaflar yaşanan bu dönemde asıl buhranlar dünyevi alanda olduğu için değişime ilk önce askeri yapı ve kurumlardan başlanmış,  sonrasında devlet yönetim anlayışından bilim ve teknik alanlarına, edebiyattan sanata, iktisadi yapıdan sosyal yaşam biçimine toplumu kuşatan her alanda kendisini hissettirmiştir.

Değişimin askeri alandan başlatılmasının sebebi ise ‘ din ü devlet mülk ü millet ‘ in varlığını ve hukukunu tehdit eden en önemli husus, savaş meydanlarındaki yenilgiler neticesinde toprak kaybı ve yeni siyasi ideolojilerin ortaya çıkışı ile devletin hâkimiyet alanında zafiyet göstermesi idi.

Dolasıyla devlet ve toplum düzeninin sarsılmasıyla, devlet refleksi kendi bekası için en çok ihtiyaç duyduğu değişimi, savaş meydanlarında yenildiği orduların eğitim, savaş tekniği, silah ve teçhizat üstünlüğüne bağlayarak askeri alanda başlatmıştır. Tarihi anlamda hızlı, köklü ve radikal bir değişime toplumu mecbur eden şartlar ve fiili durum devleti yönetenlerce kaçınılmaz bir durum haline gelmiştir . Bozulan toplum ve kamu düzenini Kamil manada yeniden tesis edebilecek ulama / aydın kadrolara sahip olamadığımız için bu süreç sağlıklı yürütülememiş hatta devlet ve toplum alanı parçalı dünya görüşlerinin iktidar mücadelesine sahne olmaya başlamış; gelenekçi - modern gruplarlar, cemaatçi- seküler kitle anlayışına sahip kesimlerin zihinlerinde subjektif tasavvur ve tahayyül edilmiş yetersiz ve sığ anlayışlara göre devlet ve toplum yapısını kurgulamaya çalışarak hâkimiyet kurma, devleti ele geçirme çabası içine girmişlerdir.

Örneğin modern dünyada iktidar değişimleri bütün toplumu içine alan demokratik kültür ve sistem içinde gerçekleşirken biz de ise devlet erki ve kamu alanı aynı zamanda bir nimet kaynağı ve hükmetme alanı olarak görüldüğü için iktidar değişimleri çoğunlukla anti- demokratik yöntemlerle yapılmaya çalışılmıştır. Malesef bu hastalıklı anlayış bugünlere kadar uzanmıştır. Her kesim devleti ele geçirme , ‘devlet benim’ anlayışına sahip olma ve devleti avucunun içine alıp kendi zümreleri dışanda kalan kesimlere hayat hakkı tanımama hastalığından kurtulamamıştır. Genel olarak bu kavga gerici - ilerici kavramları üzerinden yürütülmüş, taraflar birbirlerine dinsizlik ve yobazlık üzerinden saldırmışlardır. Hal böyle olunca da bu süreçte aklıselim ortadan kalkmış ve hiçbir devlette bulunmayan, devlet hukuku geleneği, örfü ve töresi ortadan kaldırıldığı için keyfilikler türemiş,  kavga ve kargaşa ortamı doğmuştur ve adalet sistemi çökmüştür.

Bu yüzden Türk toplumunun temel sorunu; sosyal, siyasal, ekonomik, dini - kültürel alanlardaki meseleleri enine boyuna ele alıp değerlendirebilecek ve toplumun bütün kesimlerine ideolojik motivasyonların heyacanlarından sıyrılarak rasyonel bir biçimde anlatabilecek ve çözüme kavuşturacak yeterli ve yetkin entellektüel - aydın kadroların olmamasıdır. İlmiye sınıfının ciddi anlamda ilmi çalışmalar ortaya koyamaması, dış dünyamızdaki gelişmeleri kavrayamaması ve sorunların ana sebeplerini tespit edip çözümler üreterek topluma sunamaması sorunun temel sebebidir.

Ne yazık ki hala medreseden, yaşadığı dünyayı kavrayabilecek bir ülama, mektepten de geçmişten günümüze toplumun ihtiyaçlarına çözüm üretebilme kabiliyetine ve ufkuna sahip aydın kadroları yetiştirebilmiş değiliz. Özellikle din meselesi söz konusu olunca ‘ ulamadan aydına geçiş’ hala çok netameli ve tartışmalı bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla modernleşme sürecimiz ya din karşıtı olmak ya da dini muhafaza etmek gibi gel - gitler arasında devam etmektedir. Devlete din elbisesi giydirme hastalığı ile din karşıtlığı marazı ortadan kalkmadığı müddetçe de bu derde deva bulamayız. Bence işe önce benim de içinde yer aldığım,  dini de özel yaşamlarında ve yaptığı işlerde referans alan kesim iğneyi kendine batırmakla başlamalı ve devlete bir din kimliği biçme hatasından vazgeçmelidir. Devlet yönetiminde bir kimsenin inanç ve ibadet boyutuna bakılmaz, İslamın hukuk boyutuna bağlı kalıp kalmadığına bakılır. Çünkü inanç ve ibadet şahsi bir durum iken hukuk ve adalet meselesi toplumsaldır. Milletin bütün fertlerini, ülkenin birlik ve beraberliğini doğrudan ilgilendiren bir meseledir. Huzur ve güvenin çimentosudur. Aynı şekilde seküler kesim de dinle ve dindar kesimle uzlaşmalıdır. Bu toprakları vatan bilen ve al bayrağın altında bir ve beraber yaşama iradesini ortaya koyan herkes, hiç değilse gelecek nesillerimiz için müşterek hususlarda buluşmak mecburiyetindedir. Hukuk ve adalet, demokrasi ve milli değerler, milli ahlak, milli seciye en mühim müştereklerimizin başında gelir. Türk devletinin ve Türk milletinin büyük Türkiye ideali ve inşaası bu büyük buluşma olmadan gerçekleşemez.  Sözümü tarihi bir anekdotla bağlıyorum. Hz.Ali Efendimize Sahabeden birisi sorar: Ya Ali, devletin dini olur mu? Diye sorar. Cevaben, Hz. Ali ( ra) nin de: Devletin dini adalettir, adaleti olmayan devlet de dinsizdir, buyurduğu gibi bizim görevimiz devlete ‘dini bir kimlik ‘ biçmek değil, dinin hükümlerini yaşamak ve adalet üzere olmaktır.