Ahlak; toplumca belirlenen ve zaman içinde gelişen ilkelerin, değer yargılarının, normların ve kuralların oluşturduğu bir sistem olarak da adlandırılır. Bu nedenle ahlak, gerek insanların birbiriyle gerekse diğer toplumsal birimlerle olan ilişkilerinin ve davranışlarının düzenlenmesine yardımcı olmaktadır.
insanların bir arada yaşama ahenk ve kararlılığını ifade eden “psikolojik sözleşme” dir ahlak. Özü itibarıyla insanların yaradılışından ötürü kazandıkları birtakım özellikleri kapsayan ahlak anlayışı ve ahlaki yaşam ilkeleri, insanlık tarihi boyunca her dönemde var olmuştur.
Ahlak, özellikle insanların toplum içerisinde yaşamaya başlamalarıyla birlikte gündelik hayatın gerektirdiği insan ilişkilerinde belirleyici rol oynamaktadır.
Toplumun ortak aklı olarak ortaya çıkan ahlak, toplumun vicdanında oluşmuştur. Aynı zamanda töre, örf, âdet ve inanç sisteminden önemli ölçüde etkilenen ahlak; hukuk sisteminin başlıca kaynaklarından da biridir. Diğer bir deyişle ahlak kuralları, toplumu oluşturan bireylerin karşılıklı irade beyanı sonucu ortaya çıkmıştır.
Ahlakın bireysel bir yönü olduğu gibi toplumsal bir boyutu da vardır. Bu nedenle ahlaki açıdan bireyin hem kendine hem de içinde yaşadığı topluma karşı yüklendiği görev ve sorumlulukları vardır.
Geleneksel toplumdan modern topluma geçişte , insan yaşamında birçok alanda köklü değişimler yaşanırken , modern insanın ahlak anlayışında da derin farklılaşmaların olduğuna şahit olmaktayız.
Modern toplumlarda bireylerin eski dönemlere göre oldukça geniş alanlarda yaşam koşullarının iyileştiği bir gerçektir.
Sanayileşmeyle birlikte başlayıp günümüze kadar gelen süreçte temel ihtiyaçları karşılamanın oldukça kolaylaştığı ve insanların hayatlarının her alanında alternatifler arasından tercih yapmak zorunda kaldığı görülmektedir.
Dünya üzerinde yer altı ve yer üstü kaynakların yoğun bir biçimde işlendiği, giyim kuşamdan gıdaya , bireysel ve toplumsal yaşamı kolaylaştıran teknolojik ürünlere kadar birçok imkanın bireylere sunulduğu ve günlük hayatın her alanında hayal bile edilemeyecek bir kolaylığın yaşandığından bahsedilebilir.
Bununla birlikte özellikle kapitalist yaşam felsefesinin insanlığı kuşatması ve postmodernizm ile birlikte bireylerin referans alacakları temel değerler, izleyecekleri ahlaki yol, etik ve toplumsal normlar konusunda oldukça fazla soru işaretleri belirmeye başlamıştır. Bu anlamda modern insanın birçok kavram açısından ikilemler yaşadığı , fikri ve ruhi manada üç çatışma yaşadığı , bazı kavramları ise tamamen farklı bir düzlemde algıladığı söylenebilir. Modern yaşamda insanların inandıklarıyla yaşadıkları hayat arasında ciddi farklılıkların olduğu artık gözlerden kaçmıyor. İnançlar ve temel prensipler eski olsa da yepyeni davranış biçimleri ilişkileri ve sokakları kuşatmış durumda.
Günümüzde bireysel ve duygusal tatmin giderek daha fazla ön plana çıkmaktadır. Eğer bir nesne bir düşünce ya da bir ilişki bizi tatmin etmiyorsa bunları terk ediyor ve yeni bir şey bulmak için arayışa çıkıyoruz. Gerçekliği yargılamak için artık geleneksel değer ve normları değil, son derece değişken subjektif duygu ve coşkularımızı kriter olarak kullanıyoruz. Bu aynı zamanda “tüketimci ahlak”ın modern toplumda neden bu kadar ilgi gördüğünü açıklamaktadır. Modern toplumun bu ahlak anlayışına “ahlaksız ahlak” da demek uygundur.
İnsan, ahlaki değerlerin dikkate alındığı sosyal bir ortamda yaşamını sürdürür. Yani bireyin bireyle, bireyin grupla, grubun grupla ilişkisini düzenleyen kuralları, ilkeleri ve değerleri kapsayan bir yapının içinde yaşamını sürdürür.
Oysa modern toplumlarda bu ahlak anlayışı bireysel menfaatlerin öncelendiği ‘ ahlaksız bir ahlak ‘ anlayışına doğru evrilmiştir.
Bu bakımdan modern insan, sadece ahlaki değerleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanan değil , aynı zamanda büyük bir sahtekârdır. Şöyle ki modern insan; inandıklarına göre değil, daha çok menfaat elde edeceği davranışları sergileme eğiliminde ve bu eylemlerini meşrulaştırma çabasındadır.
Mesela, hürriyeti en çok isteyenler susturulmuş olanlardır. Fakat bunlar başkalarını yenince ve gücü ele geçirince başkalarına hiçbir hürriyet vermezler. Bu bağlamda insan haklarından, bağımsızlıktan ve özgürlükten söz edenlerin; genellikle gücü ellerine geçirdiklerinde sözünü ettikleri değerleri unutmaları, “ahlaksız ahlakı“ ortaya çıkaran bir durumdur.
Ahlaksız ahlak, birey ya da grupların söylemleri ile eylemlerinin ters düşmesini, hatta çoğu zaman kasıtlı bir şekilde, değişen şartlara uygun olarak farklılaşmasını ifade etmektedir.
Demem o ki bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de 1950’li, 60’lı yılların insanlarının ahlaki değerlere bakışı ve öncelikleriyle aynı toplumun devamı olan 2021’li yılların insanının ahlak anlayış ve öncelikleri arasında ciddi bir farklılaşma ve zemin kaymaları oluşmuştur. Bu da birey ve toplum yaşamında ikilemlerin ve iç çatışmaların yaşanmasına sebep olmaktadır.
Modern toplumlarda, bu ikilem ve iç çatışmaların toplumun her kesimini kuşattığına, daha fazla yaşandığına şahit olunmaktadır.
İyilik, doğruluk, sorumluluk, dürüstlük, erdemlilik gibi nitelikleri kapsayan ahlak, toplumsal yaşantının olmazsa olmazıdır.
Bir toplumda bu niteliklerin kaybolması veya anlamını yitirmesi; kaos, kriz, bunalım, yabancılaşma veya çatışma olarak karşılık bulacaktır.
Ahlakın çerçevesi her ne kadar bazı standartlarla belirlenmeye çalışılsa da bireyden bireye, toplumdan topluma, zamandan zamana ve mekândan mekâna değişiklik gösterebilir. Burada dikkate alınacak husus iyi, kötü ve doğru yanlış tanımlarıdır. Söz konusu kavramlarla ilgili toplum vicdanında, gerek bireysel gerekse toplumsal tutum ve davranışlardan hangilerinin ahlaklı veya ahlaksız olduğuna dair belirgin ölçütler bulunmaktadır. Bu ölçütler, bireysel ve toplumsal ilişkileri tanzim eden ahlaki yapıyı oluşturur ve işaret ettiğimiz de budur.
Bireysel ve toplumsal tutum ve davranışlar genel olarak kabul görüyor ve toplum yararına olduğu kanaatini uyandırıyorsa ahlaklı, karşıt bir durumdaysa ahlaksız olarak nitelendirilir. Bireysel açıdan doğru ve dürüst olmak, saygılı olmak, yardımsever olmak, yalan söylememek, sözünü yerine getirmek, sözünün arkasında durmak, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak, işini gereği gibi yapmak, diğer insanlara karşı sorumluluklarını yerine getirmek bireysel ahlaklılığın olmazsa olmazlarıdır. Yine söz konusu nitelikleri bir grup bir kurum veya toplum içinde ahlaklılık ölçütleri olarak kabul etmek mümkündür.
İnsan davranışlarını iyi veya kötü diye değerlendirmekten doğan ahlak, her toplumda söz konusudur. Çünkü kaynaklandığı yer, insanın vicdanıdır. Vicdan; iyiyi kötüyü, haklıyı haksızı ayıran bir bilinç türüdür. Ahlak felsefesinin ilk sorusu,“ahlaki” olanın ne olduğudur. İyi ve kötü karşıtlığında kurulan bir ilişkide iyi olan, ahlaki olandır. O hâlde “iyi”; toplumun koyduğu ahlak kurallarına uyma, “kötü” olansa toplumda geçerli olan ahlak kurallarına uymamadır. Ahlaki değerler ve değersizliklerle, ahlak değerlendirmesinin ölçütleri insanın kendi içinde doğup gelişir. Toplumdaki ahlak kuralları bir bireyin ya da belirli bir grubun faydasına değil, toplumun tamamının faydasınadır. Ahlak kurallarının nihai hedeflerinden birisi de toplumun mutlu olmasıdır.
Acaba günümüzde ahlaki olanla olmayan tutum ve davranış arasındaki açı daralıyor mu? İnsanlar ahlaki olmayan davranışlarını perdeleyip ahlaki olarak değerlendiriyorlar mı? Yine toplumsal ölçütlere göre ahlaki olmayan davranışlar bireyler tarafından ahlaklı olarak mı görülüyor? Bireyler ve gruplar ahlaksızlıklarına uygun bir ahlak mı geliştirmeye çalışıyorlar?
Bu ve buna benzer soruları çoğaltmak mümkündür. Görülen odur ki toplum yapısı daha karmaşık bir durum aldıkça, ahlakı olmayan bir ahlak, yeni bir ahlak olarak beliriyor. Başka bir deyişle “ahlaksız ahlak”ın belirtileri ortaya çıkmaktadır.
Bunlara örnek vermek mümkündür. Kimsesizlere ve güçsüzlere yardım için yola çıkıp toplanan paraları kendi reklamları için kullanmak ve ihtiyacı olanlara hiçbir yardım yapmamak. Gösteri amaçlı okul ve hastane yapmak fakat harcadıkları paranın onlarca katı olan vergi borçlarını devlete ödememek… Özellikle afet durumlarında basın yayın organlarında düzenlenen kampanyalara sözde önemli bir miktarla katılmak, daha sonra sorumluluğunu yerine getirmemek. Haksız ve haram kazanç elde edip daha sonra bu paranın çok az bir miktarıyla hayır yaparak kendi vicdanını rahatlatmak ve toplum karşısında itibar bulmaya çalışmak. Siyasal açıdan birçok vaatte bulunup bu vaatlerinin hiçbirini daha sonra yerine getirmemek, hatta hatırlamamak. Örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla birlikte genel olarak bireylerin ya da kurumların kendilerini tanımlama biçimleri ve eylemleri arasında oldukça büyük uçurumların oluştuğu göze çarpmaktadır.
Yine Batılı insan hakları savunucusu örgütlerin; büyük oranda kendi devletleri tarafından desteklenen çatışmaları durdurmak yerine, sözde insanlara gıda yardımında bulunmaları ahlaksızlığın en belirgin örneklerindendir. Özellikle son yıllarda Orta Doğu ülkelerinde çatışmaların ortaya çıkardığı trajik görüntünün baş sorumlusu olan ülkelerin çatışmalara son vermek için çeşitli toplantılar düzenlemeleri, diğer yandan çatışmaları destekleyip el altından taraflara silah satmaları, Hollywood yıldızlarından bazılarını Birleşmiş Milletler barış elçisi olarak göndermeleri, Papa’nın Yunan adalarındaki mültecileri ziyaret edip 12 mülteciyi Vatikan’a götürmesi ve bu yolla Batılı devletlerin mültecilere karşı acımasız niyetlerini gizlemesi önemli birer ahlaksız ahlak örneğidir.. Batı, neden olduğu sorunları çözmek yerine çözüyormuş gibi yaparak krizden fırsat çıkarmaya, kendi reklamını yapmaya ve bütün dünyayı ideolojik bir propaganda sahnesi olarak kullanmaya devam etmektedir.
Yukarıda verilen örneklerden anlaşılacağı üzere gerek Batılı devletlerin gerek yardım örgütlerinin gerekse diğer bazı uluslararası kuruluşların yaptığı işlerin ve attığı adımların iyi niyetli olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
Batı’nın ilerlemesi ve gelişmesinde büyük oranda farklı alanlardaki ahlak sistemlerinin etkili olduğu görülmektedir. Hür teşebbüsün önündeki engelleri kaldıran ve girişimci bireyleri rekabetin yoğun olarak yaşandığı toplumsal bir düzende yetiştiren Batı medeniyetleri, aynı zamanda gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkeler için reçeteler sunmaya devam etmektedir. Batı tipi ilerlemeci kalkınma doktrinlerine göre, dünya pazarı için üretim yapılmadıkça bir ülkenin kalkınamayacağı ifade edilmektedir. Buna göre, öncelikle kitlesel tüketime uygun ürünlerin tasarlanması ve üretilmesi, toplumsal yapının kapitalist üretime dayalı olarak yeniden kurgulanması ve son olarak üretilen malları tüketmeye istekli pazarların bulunması ile kalkınmanın gerçekleşeceği varsayılmaktadır. Bu bağlamda dünya genelinde yayımlanan raporlar, gelişmişlik endeksleri ve bilimsel çalışmalar henüz gelişmiş ülkeler sınıfında yer almayan ve dünyanın önemli bir çoğunluğunu oluşturan insanlar için birçok öneri sıralamaktadır. Yapısal düzenlemeler, şeffaflık, üretime dayalı sanayinin kurulması gibi tedbirleri içeren söz konusu çalışmaların oluşturduğu yaygın kanaate göre yeterince çalışan milletler yüksek refah düzeyine ve Batı standartlarında yaşam koşullarına ulaşabilecektir. Bu tespit kısmen doğru olmakla birlikte yine Batı’nın ortaya koyduğu büyük bir açmazı ve kurnazlığı da beraberinde getirmektedir. Kazın ayağı hiç de öyle değildir. Asıl amaç, öncelikle dünyanın geri kalan kısmını kendi pazarı hâline getirmek, bir bakıma emperyalizmdir. Unutulmamalıdır ki mevcut dünya ekonomi politiğinde çok az sayıda ulus ötesi şirket dünya geneline mal ve hizmet arz edebilmektedir. Başka bir anlatımla Batı’nın önerdiği gelişme yolları gerçekçi ve uygulanabilir olmaktan oldukça uzaktır.
Son yıllarda dünya genelinde yaşanan birçok kriz anında hemen herkes tarafından âdeta sihirli bir kavram olarak dillendirilen “dünya kamuoyu” veya daha güncel adıyla “uluslararası toplum” ifadesi, başlı başına ahlaksız ahlakın sözel ifadesi olarak görülebilir. Tam olarak hangi iradeyi ifade etmek için kullanıldığı hakkında bile görüş birliği olmayan uluslararası toplum, dünya üzerinde çözümsüz bırakılmak istenilen her sorun için göreve çağırılmaktadır. Hâkim güçlerin bir sorunun çözümünü ötelemek istemesi ya da hiçbir zaman çözmek istememesi durumunda uluslararası toplum adres gösterilmektedir. Oscar Wilde bu durumu yıllar önce “Kimsenin işe yarar bir fikri olmadığında kamuoyunun fikri ortaya çıkar.” diyerek oldukça etkili bir biçimde ifade etmiştir.
Batı’yı eleştirmek için kullanılan referansları, kendini sorgularken kullanmamak da üzerinde durulması gereken başka bir konudur. Bugünün İslam dünyasının içler acısı durumunu genel olarak ve ahlaki açıdan sorgulamak gerekmektedir. Kendisini Müslüman olarak kabul eden bireyler ve grupların, acımasızca diğer gruplara saldırırken dinî sloganları kullanması önemli bir çıkmaz olarak karşımızdadır. Öte yandan Müslüman ülkelerin bilimsel, ekonomik, eğitim ve sosyal yönlerden dünya sıralamasında oldukça alt sıralarda yer alması düşündürücüdür. Çözülemeyen birtakım sorunların kaynağında sadece Batı’yı aramak ve Batı’yı suçlamak da sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınanların geliştirdiği bir ahlaki anlayış olarak “ahlaksız ahlak” kapsamında değerlendirilmelidir.
Sonuç itibariyle modern çağda yaşayan birçok birey için yaşam koşulları önemli ölçüde kolaylaşmıştır. Buna karşılık dünyanın belirli coğrafyalarına sıkışmış, hayatının tamamını oldukça kıt imkânlarla devam ettirmeye çalışan veya modern silah endüstrisinin ağır yıkımlarıyla karşı karşıya kalan kitlelerin oranı şaşırtıcı bir biçimde artmıştır. Yalnızlaşma, yabancılaşma, anlamsızlaşma gibi kavramlar gündelik hayatlarını devam ettirmeye çalışan sıradan insanların etrafını hiç olmadığı kadar acımasız bir biçimde kuşatmaktadır. Bireyler, inandıkları ile inanmak zorunda bırakıldıkları arasında tercih yapmak zorunda bırakılmakta ve hayatlarının önemli bir bölümünü geçirdikleri toplumsal yaşamda çoğu zaman ikiyüzlü davranmaya zorlanmaktadır.
Böyle bir ikilemden belki de en fazla etkilenen kavram, ahlaktır. Üzerinde ittifak edilecek ortak bir ahlak yaklaşımının giderek zayıflaması ile her birey kendi çıkarlarına uygun bir ahlak sistemi geliştirmeye ve kendini vicdanen rahatlatmaya çalışmaktadır. Söz gelimi Afrika’da açlıktan ölen insanlar için üzülen, hatta bazı kuruluşlar yoluyla oradaki insanlara yardım etmeye çalışan insanlar; emeklerini çok az bir miktar parayla küresel sermayenin hizmetine sunan işçiler eliyle üretilen ürünleri çok ucuza satın almakta bir sakınca görmemektedir. Dünyanın birçok ülkesine tropik meyveler, kahve ve kakao gibi modern tüketimin vazgeçilmez ürünleri kolaylıkla transfer edilirken oldukça ucuza mal edilebilen aşılar, bebek mamaları ve temizlik ürünleri gibi temel ihtiyaç malzemelerinin az gelişmiş ülkelere ulaştırılması mümkün olmamaktadır.
Demek oluyor ki modern toplumda ahlaki değerler ismen vardır. Geleneksel değerler burada belirsiz olup modern olmaktan çıkmışlardır. Sadece kişilerin çıkarlarına uygun düştüğü zaman ciddiye alınır. Bazı değerler ona göre bayraklaştırılmakla birlikte somut ve doğrudan çevreye yönelik değil, soyut ve uzak amaçlara yöneliktirler. Örnek vermek gerekirse “toplumu yeniden yapılandırma” ve “üçüncü dünya insanlarına yardım” gibi amaçlar bu türdendir. Bu tür değerler moda kaldıkları sürece anlamlıdırlar. Bu değerler modern insanın entelektüel ve duygusal tatminini sağlayan oyuncaklardır. Bu oyuncaklarla oynamak pahalı bir iş değildir. Modern değerler; geleneksel, kurumsal yükümlülükler ve sorumluluklar gerektirmiyor. Çünkü değerler uzun vadede yaptırım güçlerini yitirmişlerdir. Buna göre modern insanın gerçekten inandığı tek şey, kişisel tatminden başkası değildir.
Sadece bireysel tatminleri dikkate almak, insanın mutlu bir şekilde varlığını sürdürmesi açısından yeterli değildir. İnsan, toplumsal bir varlıktır. Ancak toplum içerisinde varlığını sürdürebilir. Bu nedenle toplumsal yapının bozulması, bireylerin de yaşamını derinden etkileyecektir. Ahlakın bozulduğu yani “ahlaksız ahlakın” hâkim olduğu bir toplumda mutlu bireylerden söz etmek mümkün değildir. Diğer yandan, bilimsel ve teknolojik gelişmeler sonucu iletişim ve ulaşımın baş döndürücü hız kazanması, dünyada yaşayan bütün insanları ortak bir kadere doğru sürüklemektedir. Bu açıdan da gelişmiş ülkelerin kendi halkının yararına; fakat az gelişmiş ülke halklarının zararına olan politikaları ve uygulamaları da uzun vadede kendilerine zarar olarak dönecektir. Bu nedenlerle son yıllarda söylem düzeyinde kalan değerler konusundaki tartışmalar, insanlığa katkı sağlamaktan oldukça uzak görünmektedir.
Gerek aydınların gerekse toplumu yönetenlerin toplumsal ahlak konusunda yeniden düşünmeleri ve yeni bir yol haritasıyla çalışmaya başlamaları bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle yeni nesillere Türk ve Müslüman ahlakının kavratılması hususunda Milli Eğitim Bakanlığı ve talim terbiye çok yönlü bir çalışmanın düğmesine basmalıdır.